FARKINDALIĞIN FARKI İLE HAKAN BİLGİN

Sevilen televizyon, tiyatro ve sinema sanatçısı Hakan Bilgin’in sosyal sorumluluk çalışmaları ile de binlerce insanın hayatına dokunduğunu biliyor muydunuz? “Farkındalığın Farkı” seminerleri ile 45 binin üzerinde gençle buluşan Bilgin ile katkıda bulunduğu sosyal sorumluluk projelerini ve sanat çalışmalarını konuştuk.

 Sinema, televizyon ve tiyatro çalışmaları ile dolu dolu geçen bir sanat yaşamınız var.  Şu anda da Sevmekten Öldü Desinler oyununuzun provaları devam ediyor. 20 Kasım’da prömiyerini yapacağınız oyunun provaları nasıl gidiyor?

Oyunda daha evvel yapmadığım şeyleri yaptığım için benim açımdan çok heyecan verici ilerliyor.  Hem şarkı söylüyorum hem de dans ediyorum.  Şu anda konservatuvar sınavına hazırlanıyormuş gibi provalar halindeyiz. Biz alaylı olduğumuz, konservatif eğitimi almadığımız için bu konulardaki eksiklerimizi bu tür oyunlarla tamamlamaya çalışıyoruz.

Bize biraz oyununuzdan bahseder misiniz?

Müzikal değil ama müzikli bir oyun. Yirmi sekiz şarkımız var. Bunlardan dördünü beraber koro olarak, ikisini ben ferdi olarak söylüyorum. Bu beni çok heyecanlandırıyor. Daha önce yapmadığım şeyleri yaptığımda daha mutlu oluyorum. Yeni bir kitabı okumak, yeni bir filmi seyretmek gibi kendimizi geliştirecek bir adım daha atmak çok keyifli bir şey.

Bu kişisel bir meydan okuma o zaman bir yerde de…

Aslında sahneye çıkmak başlı başına bir iddiadır. O iddiayı da yeni insanlarla yapmanın heyecanı içindeyim. Çok da güzel bir ekip olduk. Herkes birbirini sevdi. Güzel paylaşımlarımız oluyor. Eğer bu emeğimizin karşılığını alırsak dünyanın en mutlu insanları oluruz, tiyatro hayatımızda da güzel bir oyunu tarihe geçirmiş oluruz.

Yoğun sanat çalışmalarınıza rağmen sosyal sorumluluk çalışmalarında da çok aktifsiniz. “Farkındalığın Farkı” seminerinizle 45 binin üzerinde gençle bir araya gelmişsiniz. Bilmeyenler için biraz açar mısınız,  nasıl bir çalışmaydı bu?

Bundan iki sene kadar önce bir üniversiteye davet edildim. Televizyona çıkan insanlar olduğumuz için zaman zaman böyle davetler alırız, çocuklar bizimle buluşmak isterler.  Konu olarak magazin konuşacağız. Şu benim arkadaşım, bu filmin çekiminde şöyle bir hata oldu filan gibi şeyler anlatmamız için çağırmışlardı. Fakat oraya gittiğimde, amfiye girdiğimde 600 kişi vardı karşımda. 600 kişiyi görünce dedim ki “Bu çocuklar buradan sadece magazin bilgisi ile gitmesin. Ben elli üç yaşındayım. Bildiğim ne varsa anlatayım” dedim. “Ben sizin hayatta Hakan ağabeyiniz olsaydım, ne biliyorsam onu anlatacağım bugün çocuklar” dedim o anda aklıma gelen bir fikirle. Onlar da sağ olsun beni dinlediler. Nasıl kaptırdıysam kendimi, oradaki çocukların hayatını bir miktar değiştirebilir miyim diye başlayan konuşmam yaklaşık 1 saat 15 dakika sürmüş.

Ne anlattınız genel olarak?

Benim anlattığım sizinle bir gün otursak sohbet etsek, size anlatacağım kadar samimi bir hikayeydi. Bunun onların hayatına da dokunduğunu gördüm.

Genel başlıklarınız nelerdi mesela?

Onlardan dünyada sadece bir tane bulunduğunu, birikimin değerli bir şey olduğunu, başkasının parasına veya mevkisine özenmek yerine kendilerini geliştirmenin önemini, kendilerine ait bir özelliği bulmalarını ve bunu fark ettikten sonra kendilerini nasıl geliştirebileceklerini anlatmaya çalıştım. Önyargısız olursanız, dünya insanı olursunuz, insanları diline, dinine, ırkına veya siyasi görüşüne göre değil de, insan olarak kabul ederseniz neler kazanırsınızı açıklamaya çalıştım. Farklı insanlar tanırsanız, farklı kitaplar okuyormuş gibi farklı şeyler kaydetmeye başlarsınız ve bu sizi zenginleştiriri anlattım. Hayatımda hiç kavga etmedim. Kavga etmemenin yollarını öğrettim onlara. Küfrün ne kadar manasız olduğunu anlatmaya çalıştım. Sonra gülümseme ile bağlayıp, gülümsemenin aslında iyi gelen, iyileştiren bir şey olduğunu anlattım. Kendi komik hikayelerimi anlattım. Gençler bunu çok sevdiler. Üniversite yetkilileri gelip “Biz sizinle çalışmak istiyoruz,” dediler.  “Estağfurullah,” dedim.  Sonra üniversite sınavına girecek olan çocuklara motivasyon konuşması yapmak için bana bir görev teklif ettiler ve Türkiye’de 104 noktada konuşma yaptım. Gitmediğim herhalde üç ilimiz falan kaldı.

Dolayısıyla 104 noktada 45 binin üzerinde çocuğa konuştum. Bu konuşmalardan sonra sosyal medya hesaplarımdan bana gelen mesajlarla ne yaptığımın farkına vardım. Bunalımdan çıkanlar mı dersin, sınıfta en gıcık olduğum arkadaşım meğer ne kadar iyi bir çocukmuş diyen mi… Ben de o mesajları kendime basıp kitapçık yaptım. Hayatımızda her zaman iyi şeyler yapmıyoruz. Bazen yerimde saydığımda onu tekrar okuyup kendimi iyi hissediyorum. O çocukların bundan 10 – 20 sene sonra Türkiye’de bir şeyleri değiştirmek için ortaya pozitif bir şey koyacaklarına inanarak yaşamaya devam ettim. Kim çağırırsa gidip konuşma yaparak bu süreci tamamladım.

Bunları yaparken ilham noktanız ya da itici gücünüz neydi?

İtici güç şey şuydu aslında… Ben Ordu’da büyüdüm.  Bundan yıllar önce, üniversiteye İzmir’e gittiğim ilk yıl yurtta küçük bir odada yedi arkadaşımla kalıyordum. Yedi arkadaşımın yedisinin de travması vardı. Ben bir anasının kuzusu olarak oraya gitmiştim ve hiçbir problemim yoktu. Travmam yoktu yani.  Ama onların hepsi bir hikaye anlatıyordu. Hani geceleri oturup dertleşilir ya… Benim dertleşecek bir şeyim yoktu. Ben de dedim ki kendime “Onlarla aynı dili konuşabilmek için benim travmam olması lazım. O zaman bu yedi tramvayı hayatıma geçirmeliyim. Senin baban olmasa, parasız olsaydın nasıl bir şey yaşardın?” Bunların hepsini düşünmeye, kendimde içselleştirmeye çalıştım ve o zaman donanmaya başladım. Bunu fark ettiğimde hayat hikayelerini, röportajları okumaya başladım. Çünkü ben normalde sizi tanıyorum ama kendi içsel dünyanızı bilmiyorum. Sizin başınızdan ne geçti de siz gazeteci olmuşsunuz, bunun mutlaka hayatta bir nedeni olduğuna inanıyorum. Bu nedeni bulursak eğer o zaman hayatı çözmesi çok daha kolay oluyor.

Bunun kişisel olarak nasıl bir faydası oluyor?

O zaman “Bu neden oluyor?” sorusuna daha kolay yanıt buluyorum. Bir otobüs şoförüne “Baba Taksim’den geçiyor mu?” dediğimde şoför “Görmüyor musun, yazıyor işte!” dediğinde adamın da ne kadar haklı olduğunu öğrenmeye başlıyorum. Yani empati kurmaya başladığım insanları çözünce o zaman hayat yaşaması çok daha keyifli ve rahat bir hale geliyor. Beni “Ne var işte! Bir otobüs durağı sordum! Söylesen ne olur?” bencilliğinden çıkartıyor. Her insanın ağzından çıkan lafın, her karşılaşmanın bir nedeni var. Ben bugün sizinle röportaja geldim ama belki sohbet esnasında sizin ağzınızdan çıkacak herhangi bir kelime ya da derginizin içindeki bir makalenin bakışı benim yarın sabah başka türlü uyanmamı sağlayacak. Ben buna inanarak yaşıyorum.

Böyle düşünme alışkanlığını nasıl edindiniz?

Çünkü ben Karadeniz’den geldim. İzmir gibi bir yerde okurken ilk defa bir vapurdan inince bir kıza baktım. Kız çok güzeldi. Ona bakınca kız da bana baktı, gülümsedi. Ben kalakaldım. Çünkü ben sadece bakmaya kadar biliyordum. Ondan sonrasını bilmediğim için arkamı döndüm ve yürüdüm. Sonra kendime dedim ki, bunu geliştirmen lazım. Demek ki insanlar birbirine bakabiliyor, gülümseyebiliyor. Senin de bundan sonrasını öğrenmen gerekiyor, dedim. Flörtleşme denen şeyi ben İzmir’de öğrendim. Dolayısıyla “Ben buyum Ağbi… Ben böyleyim Ağbi… Ben böyle yaşıyorum,” diyen insanları sevmiyorum.

Öyle davranan insanlara diyorum ki, “Peki o zaman ben de tokat atmayı seviyorum. Şimdi durup dururken masadaki herkese tokat atsam, ne yapıyorsun demez misiniz? Ben de böyleyim kusura bakmayın, dediğimde bunu savunabilir miyim sizce? O zaman siz de böyle olamazsınız. Kendinizi geliştirmek zorundasınız”. Kendimi geliştirdiğim her süreçte bana başka bir kıymet geldi.

Bir örnek verebilir misiniz?

Mesela ben konuşmayı sevdiğim için beni bir gün hiç sunucu bulamadıkları bir etkinliğe çağırdılar.  “First Lego League diye bir etkinlik, çocuklar legolardan robotlar yapıyorlar. Sen gelip sunar mısın?” dediler.  Bundan on beş sene önce sadece destek olmak için gittim ve on beş senedir orayla iletişimdeyim. Beş bin çocuğun Hakan ağabeyi oldum ve Türkiye’nin geleceğinde beş bin çocuğa destek veren bir operasyonun bir parçası oldum. Sadece bir iyilik sayesinde. Bugüne kadar hayatımda karşılık beklemeden yaptığım pek çok güzel şeyin iyi geri dönüşlerini almışımdır.

Ama böyle olunca oğlum “Baba kamu spotu gibi konuşuyorsun,” diyor. Karım konuşmamdan sıkıldı “Artık yeter,” diyor. Dolayısıyla evde konuşmayınca ben de dışarı çıkıp konuşuyorum. Mevzu aslında tamamen bundan ibaret. (Gülüyoruz.)

Gençler sizi dinlemeyi seviyor. Karşılıklı neler konuşuyorsunuz gençlerle? Onların geleceğe dair kaygıları ne? 

“Biz okuyacağız, üniversiteyi bitireceğiz ama torpil ya da para olmadan başarılı olmamız imkansız. Nasıl yapacağız?” diyorlar mesela.  Ben de diyorum ki “Peki, sen bunları düşünerek vakit geçirmek yerine daha çok çalışırsan, gerçekten bu konuda çok başarılı olursan, benim karşıma geçtiğinde teyzemin kızını işe almak yerine seni işe almaz mıyım?” diyorum. “Ama sen kendini geliştirmek yerine Hakan ağabey zaten teyzesinin kızını işe alacak. Ben boşu boşuna niye çalışayım dediğinde ne geçiyor eline? Hadi diyelim ki, ben torpil yaptım ve teyzemin kızını işe aldım. Ama bu arada sen kendini geliştirdiğin için bundan sonraki ilk başvuruda da seni alacağım. Fakat biz tembelliği seçmeye daha meyilliyiz.  İsyan etmeyi çalışmaya tercih ediyoruz. İsyan etmekten kastım haksızlığa karşı koymak değil, sadece çalışmayı reddetmekten bahsediyorum.

Halbuki önemli olan sonuç değil, süreçtir. Dünya rekoru için 8 atlet koşar, birisi kazanır. Ama diğerleri de yapabileceklerinin en iyisini yaparlar ve bir gün o rekoru kırabilmek için yaparlar bunu. Dertleri o süreçtir, yatırımdır. O antrenmandır. Fakat o ipi nasıl geçerim, ipi geçtikten sonra nasıl durur poz veririm hesabını yaptığımızda, koşudaki antrenmanı düşünmüyoruz, problem orada. Tiyatro oyunu güzeldir ama prova da değerlidir. Hayal kurmak, hayal için emek verirsen vardır.

Toplum olarak kalıplardan çok şikayet ediyoruz ama aslında o kalıplara girmeye de biraz meraklı mıyız dersiniz? O kalıpları sığmayan farklı bireylere ve karşı bir önyargımız da oluyor.

Sen şu takımı tutuyorsun, ben şu takımı, diye bizimle aynı görüşte olmayan insanlarla konuşmamak üzere zihnindeki koridorları kapatanlar var. Böyle yaparak biz dünya vatandaşlığını es geçiyoruz. Hayatımda aldığım en büyük iltifat İzmir Kısa Film Festivali’ndeydi. Bir sunum yaptım, çok eğlenceli, matrak bir sunumdu. İngiliz bir kız çıktı, Ben İngilizce tercüme ettim hiç bilmeden. Sonra bir Fransız biz kız geldi, kıvırcık saçlı siyahi. Tercümanı ile “Keşke,” dedi “Paris’te siz yaşasaydınız da benim Hakan ağabeyim olsaydınız. Ben sizle görüşebilseydim çok sevdim sizi,” dedi. Hayatımda aldığım en büyük iltifattı. Kızın ne dili, ne dini, ne cinsi hiçbir şeyi ortak değildi ama kız beni yine de sevebildi. İnsanlar bu kadar yakın aslında. Ama biz ısrarla hala oralı mısın, buralı mısın? O takımı mı tutuyorsun, bu takımı mı diye diye ayırıyoruz.

Bizim çalışma alanımız özel çocuklar ve ağırlıklı olarak otizmli çocuklar. Bu çocuklar ve aileleri toplumda çok sıkıntı yaşıyor.  Bu çocuklar okulda ya da yaşadıkları apartmanlarda hatta gittikleri kafelerde bile istenmeyebiliyor. Gençlere ve ebeveynlerine bu konuda ne demek istersiniz?

Sadece otizmli çocuklar da değil, sosyal medyada bir insanın ölmesini isteyecek noktaya geldik. Ölsün diye bir mesaj atabiliyorlar. Burada eğitim devreye giriyor. Ben konuşmacı olarak gittiğim seminerlerde ulaştığım 45 bin çocuğun 5’inin hayatında bile sevmenin ve önyargılı olmamanın önemine eriştirebildiysem eğer, gerçekten bir şey yaptığımı hissediyorum.

Siz aynı zamanda farkındalık seminerlerinizin haricinde, TOÇEV’de de farklı çalışmalar yürüttünüz. Orada da iyiliğin gücüne tanık oldunuz mu?

Ben TOÇEV’de 14 sene çalıştım. Hem fikirsel, hem de eylemsel olarak içinde yer aldım. Bana kattığı şey hayatta kafamıza taktığımız şeylerin anlamsızlığını ve ekonominin manasızlığını gördüm. Çocukların çıplak ayakla bile oyun oynadıklarında mutlu olduğunu gördüm. Dertlerinin anlaşılmak ve şefkat görmek olduğunu gördüm.

Bu kadar faydalı işler yaparken bu itici gücü nereden buluyorsunuz? Motivasyonunuz nedir?

Herhalde annem. Annem ilkokul öğretmeniydi. Hayatımda gördüğüm en güler yüzlü kadındı. Annemle dedikodu yapamazdınız. Birisi bir şey söylediğinde “Yanlış anlamışsınızdır kızım,” derdi ve bunu bozulmadan söylerdi. Müthiş bir gücü ve özgüveni vardı. Başkalarının söylediklerinden etkilenmeyen bir kadındı. Bütün geleneklere sahipti. Muhteşem yemek yapardı ve her geleni yedirip içirmeyi çok severdi. Diyelim ki, siz beni evden almaya geldiniz, akşam bir yere gideceğiz… Kapıdan size o gün ne yapıldıysa yedirilir ve öyle gönderilirdiniz. Ya da diyelim ki birisi taşınıyor, onlar taşınırken işçilere hemen çay yapardı. Yeni komşuların ilk akşam yemeği mutlaka annem tarafından yapılırdı. Üniversiteye gidene kadar böyle büyüdüm, kötülük diye bir şey bilmedim hayatımda. Lise sona kadar bir yere gideceksek kız arkadaşlarımın babası “Hakan da gidiyorsa…” diye gönderirdi.

Bu kadar iyi kabul edilen bir genç olmak nasıldı?

Bu kadar iyi olmak aşk hayatımı bitirdi tabii. Üniversiteyi kazandığımda annem, ablam ve ben İzmir’e kayda gittik. Üçümüz durakta otobüs bekliyorduk. Yanımızda da sarmaş dolaş bir çift vardı. Annem bir onlara, bir de bana baktı ve dedi ki “Oğlum senden bir tek şey istiyorum. İzmir’de okurken sakın yapamayacağım bir şeyi bir kıza taahhüt etme. Ve sakın hiçbir kızı kandırma. Bir kızın kalbini kırarsan çok üzülürüm ve seni evlatlıktan reddederim,” dedi. Ben de “Aman anne, saçmalama ya…” filan dedim. Zaten sevgilim de yoktu.  Fakat sonra üniversite hayatımda bir kızla beraber dolaşırken, annem de hep yanımda dolaşıyordu. Yani öyleydi sanki. Ben bütün hayatımdaki pozitif tarafın temelinin annemin söylemleri olduğuna inanıyorum.

Özel bir çocukla yolunuz kesişti mi hiç? Otizmli bir çocukla bir iletişiminiz oldu mu?

Bir komşumuzun oğlu var çok zeki bir çocuk. Özel bir çocuk.

Aspergerli mi?

Evet. Onu çok seviyorum. Ben onunla temas kurmayı tercih eden komşulardan birisiyim. Kimi tercih etmiyor.  Eşim de bu konuda benim gibidir. O çocukla iyi bir ilişkimiz var ve o ilişki de karşılığını veriyor. O kadar insanın içersinde bana selam vermesi ya da dün giydiğim bir şeyi fark etmesi gibi bir karşılık bu. Onun bir yakını olmayı başardım. Aynı şekilde oğluma da böyle davranması gerektiğini gösterdim. O da bizim gibi sohbet ediyor.

Baba olarak oğlunuza bu konuda nasıl telkinlerde bulundunuz?

Telkin değil aslında, bu tamamen davranışsal bir şey. Mesela bir annenin-babanın oğluna terbiyesiz demesi bana çok saçma geliyor. Çünkü biz neysek çocuğumuz da o. Ben kırmızı ışıkta geçersem oğlum da sınıfta kopya çeker. Bu kadar basit. Sizin hayatınız neyse çocuğunuzun hayatı da odur.  Psikolog bir arkadaşımız, ergenlik denilen şey çocuğun annesine babasına verdiği karnedir demişti. Çocuğunuz ergenlikte bağırıp çağırıyorsa, isyan ediyorsa, bilin ki ergenliğe kadar bir yerde yanlış yapmışsınız. Benim oğlum da artık daha çok itiraz eden ve benimle demagoji yapan birisi oldu. Ama ben bununla gurur duyuyorum. Kavga etmiyoruz, sadece tartışıyoruz. Tartışmak da çok güzel bir şey. Çünkü ben de ondan bir sürü şey öğreniyorum. İnsanlar sürekli kolayı seçtiklerinden, kendi çocuklarıyla dahi ilgilenmek istemediklerinden, özel bir çocukla ilgilenmeyi hiç istemedikleri için uzak kalabiliyorlar. Ama şunun farkında değiller, o çocuklarla iletişime geçmeleri sadece o özel çocuklar için değil kendileri için de muazzam bir kazanım sağlayacak ve zenginlik katacak bir deneyim olacak.

Röportaj: Rana Zeynep Çömlekçi