MUCİZE’NİN BAŞROL OYUNCUSU MERT TURAK

“Bedensel engeller toplumun önyargısı kadar büyük değil. Bir şekilde bileğinizden destek alarak oturabiliyor ya da önce kalçanızı yasladığınızda yatabiliyor olduğunuzu zaten biliyorsunuz. Oysa toplumun önyargısını kırmak çok zor.”

Birçok tiyatro oyunu, sinema filmi ve dizideki muhteşem performanslarınızla sizi tanıdık. Birbirinden çok farklı rollerde sizin her seferinde bambaşka birine dönüşmenizi büyülenmiş gibi izledik. Tüm bu farklılıkları nasıl içselleştiriyorsunuz? Gündelik yaşamınızın içinde farklılık sizin için ne ifade ediyor?

İçselleştirmek oynadığınız role göre değişiklik gösteriyor. Bazen rolü kendinizden korumak zorunda kalıyor, bazense kendinizden role daha çok vermeniz gerekiyor. Bu tamamen yönetmenin çalışma tarzı, projenin kendisi ile alakalı. Mesela uzun soluklu projelerden 4-5 ay bir rolü çalışabilir, o dünyaya kendinizi hazırlayabilirsiniz. Farklı bir rolde ise sizin bazı taraflarınız rolün önüne geçebilir, bunun ayrımını çok iyi yapmak gerekiyor. Tabii bu söylediklerim daima kalbur üstü projeler için gerekli bir durum. Çünkü bazı dizi, film hatta oyunlarda yönetmen projeyi derinleştirmeden devam ettirebiliyor. O sebeple bu içselleştirme fikri projeye, senaryoya ve dediğim gibi yönetmenine bağlıdır. Gündelik yaşamımı nasıl etkiliyora gelince de; bir aktör zaten rolüyle yaşar, aktörlük sizinle yaşar, sizinle nefes alır. Bir kere farkındalığınız, empatiniz daima yüksektir. Ve bu sizi hiçbir zaman bırakmaz. Arkadaş ortamında, pazarda, markette, davette. Örümcek adamın örümcek sezgileri gibi sürekli farkında olan ve etrafınızdaki dünyayı her an takip eden sezgileriniz oluşur. Ve bunun için de özellikle çaba harcamıyorsunuz, direkt bu hayatınızın kendisi  oluyor.

Mucize filmini izleyip oradaki oyunculuğunuzdan etkilenmemek mümkün değildi. Aziz gibi insanların, hatta özel gereksinimli yakını olan tüm ailelerin yüreğine dokundunuz.  Özel gereksinimli bir bireyi canlandırmak size neler hissettirdi?

Özel gereksinimli bir bireyi canlandırmak bana farkında olmadığım birçok şeyde değerli farkındalıklar sağladı. Bazen çalıştığım bir yıl boyunca, tuvalete öyle girdim, duşumu öyle almaya çalıştım, yemeğimi öyle yemeye çalıştım. Bu durum benim için rolün de ateşleyicisi oldu. Bedensel engelliği yaşadım, anladım. Şunu da gördüm bedensel engeller toplumun önyargısı kadar büyük değil. Bir şekilde bileğinizden destek alarak oturabiliyor ya da önce kalçanızı yasladığınızda yatabiliyor olduğunuzu zaten biliyorsunuz. Oysa toplumun önyargısını kırmak çok zor. Aziz’i çalışırken ben gerçekten farkında olduğumu sanıp da aslında olmadığımı birçok şeyi tanıdım. Günlük hayatta o kadar kolay yapıyormuşum ki her şeyi… Bu rol insan ilişkilerinden tutun da kendime ayırdığım zamana kadar ince eleyip sık dokumamı ve her şeye yeniden yeni bilincimle bakmamı sağladı.

Ötekileştirmenin Aziz’i hem yarım bıraktığını hem de tamamladığını söylemiştiniz bir röportajınızda.  Sizce toplumun özel gereksinimli bireylere yönelik nasıl bir algısı var?

Toplumun özel gereksinimli bireylere çok tahammülsüz bir algısı var. Yani bu, birazcık daha farkındalık, tahammül, sabır, anlayış, hoş görü ve saygı istiyor.

Mucize filmlerinden sonra nasıl geri dönüşler aldınız?

Mucize filminden sonra genelde olumlu geri dönüşler aldım. Bir aktör olarak da çok değerli hissettiren geri dönüşlerdi. Aktörün çalıştığı rolün, neredeyse 1 – 1,5 yıl çalıştıktan sonra bu meyvenin insanlara ulaşması ve o tepkileri almak, gerçekten eşsiz bir ödül. Bunun gerçekten parayla, pulla çok eşdeğer bir tarafı yok. Daha geçenlerde sanırım Ocak sonuydu, Ödemiş’te bir restoranda otururken yanıma yan masada oturan bir beyefendi geldi, kendi oğlunun resmini gösterdi, oğlu da engelliydi. “Onun da adını senin filminden dolayı Aziz koyduk,” dedi. Çok mutlu olmuştum.

Konservatuara girmek için pek çok kez sınava girmişsiniz. Pes etmemek anlamında bu deneyim  size ne öğretti?

(Kahkaha) Konservatuara 7684 kere girmem ve 7684’üncüde kazanmam… Bilmiyorum yani biraz daha insanın kendisini bilmesiyle mi alakalı. Mesela şimdi de çalıştığım yönetmenler “tamam artık set bitti, prova bitti gidebilirsin” diyorlar, ben kendimi çalışırken buluyorum. Bu herhalde birazcık benim çalıştığım rolün performansını tüm yüzölçümünü, bütün kilometre karesini gezerek herhalde emin oluyorum. O yüzden hep söylerim bana 12 kere kazanamazsın dediler, yeteneksizsin dediler, 13.’de kazandım, yani bu biraz da sizin emin olmanız ve kafaya takmanız ile alakalı. Bugün birçok başarı hikayesini dinlediğinizde bununla karşılaşıyorsunuz, Harry Potter’ı ilk yazdığında yazarı zaten 8 yada 9 kez editöründen ret cevabı almış. “Bu çok kötü bir roman, böyle şeylerle zaman kaybetme demişler ve 9 ya da 10.’sunda kabul etmiş bir yayınevi romanı. Yine Ali Express’in sahibinin anlattığı bir hikaye, McDonalds onun yaşadığı şehre bir şube açmış. 28 kişi başvurmuşlar, adamlar 26 kişi işe almışlar ve mesela o girememiş. Böyle şeyler hayatta çok oluyor. O yüzden ben Samuel Beckett’ün “Hep denedin, hep yenildin, olsun yine dene, yine yenil daha iyi yenil,” sözünü hayatımda baz alırım.

O son sınava girmekten vazgeçseydiniz bugün nasıl bir hayatınızı olurdu?

(Gülüyor) O son sınava girmekten vazgeçseydim, herhalde annem ve babamın açtığı büronun başında, biraz göbek yapmış olurdum. Bir üst model araba alamadığım için biraz sinirli olurdum.

Hepimiz bazen denemekten ve sonuç  elde edememekten yoruluyoruz. Özellikle de özel gereksinimli ailelerimiz çocukları için mücadele ederken bazen kendilerini çok tükenmiş hissediyor. Zor zamanlarda siz kendinizi nasıl motive ettiniz ve ediyorsunuz? Bize birkaç ipucu verebilir misiniz?

Daha önce de söylediğim gibi, zor zamanlarda insanın kendini nasıl motive ettiği konusu biraz yapı meselesi ve pozitif düşünmekle alakalı bana göre. Tabii pozitif derken de ucu açık bir Polyannacılıktan da bahsetmiyoruz. Çünkü insan zorlanmadan da gelişemez. Burada biraz dirayetli, metanetli, sabırlı olmak gerektiğini düşünüyorum. Hep daha iyisini, daha ilerisini düşünmek, elinde sonunda 2 metre kefende bitecek hikayede ne kadar değerli. Dünyanın bütün ödüllerini de alsanız, en büyük bahçeye de sahip olsanız, en büyük güneş enerjisi santralini kursanız, en büyük hayvan çiftliğini kursanız, en büyük spor mağazasını açsanız, dünyanın en iyi albümünü çıkarsanız, dünyanın en çok parasını da kazansanız; hikaye mezarınızın başında o son toprak atıldığında iki tane insanın birbirine söylediği “ya boşversene yaramazın tekiydi, cimrinin tekiydi” demesi ya da “helal olsun nefes aldığı her an daha iyi biri olabilmek, insanlara daha çok yardım etmek için uğraştı. Benden yana helal olsun” sözünü duymakla son bulacak. Ben bu ikisinden iyisini duymak isterim. Zorluklara katlanırsak da insanlar iyi şeyler söyler. O yüzden sabredeceğiz.

Sizi tanıyan herkes çok disiplinli ve çalışkan bir oyuncu olduğunuzu anlatıyor.  Zihinlere yerleşmiş bohem sanatçı hayatından çok farklı, neredeyse askeri bir disiplinde çalışan bir oyuncu tablosu çiziyorsunuz. Böyle yaşamak sizin için zor olmuyor mu?

Bohem sanatçı olmayı deneyimlemek, daha çok içmek, içtikçe yazmak, sabahlamam lazım demek çok isterdim. Ama gerçekten hiç bilmiyorum. Ben 20 yaşımda da böyle değildim, şimdi 40 yaşındayım. Hiç gece hayatım olmadı, bangır bangır müzikleri hiç dinlemedim. İçkiyi sevmem, tadı hala acı gelir. Yüksek sesli bir şeye tahammül edemem, sigara dumanı olan yerlerde duramam. Bu biraz hayatınızda kendinizi de nereye koyduğunuzla alakalı. Ben bu anlamda hep ileriye bakıyorum. 20 yıldır şehir tiyatrolarında çalışıyorum ve her akşam sahneye çıkıyorum. Formül basit çok basit “büyük başarılar büyük fedakarlık ister”. Sizin hayatınızda neyi feda ettiğinizle alakalı her şey: Evet o son lokmayı yemeyeceksin, evet arkadaşların çağırdığında gitmeyeceksin. Ve evet kazanan yalnızdır. Böyle bir disiplini hayatında oturtamazsan kimse seni hatırlamaz. O yüzden Genco Erkal hala tek kişilik oyun oynuyor, o yüzden Haldun Dormen 92 yaşında, 3 tane oyun yönetiyor, 3 oyunda oynuyor. Bu ölümsüz olmayı, mesleğine kendini adamayı, hayatının merkezine oturtmak ile alakalı. Bunun önüne çocuğunuz, eşiniz, ananız, babanız geçemez. Kendinize ne kadar iyi bakarsanız o kadar uzun süre sahnede kalırsınız ve o kadar uzun süre de oynamaya devam edersiniz. Benim için hiç zor olmuyor, gayet de mutluyum, kendime daima yeni yeni hedefler koyuyorum: “Bu yılın sonunda şu enstrümanda ilerlerim belki”, “bu yılın sonunda sol elimi ne kadar kullanabilirim?” gibi. Kendimle ilgili “bu adam bu yaşta hala nasıl bunları oynayabiliyor ya” denilen örnek bir aktör olmak istiyorum.

Aziz karakterini canlandırmadan önce özel gereksinimli bir birey ile yolunuz kesişmiş miydi hiç? Türkiye’de otizm farkındalığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de otizm farkındalığıyla ilgili biraz daha bir şeyler yapılabilirmiş gibi geliyor. Bir farkındalığımız var ama sanki daha çok şey yapılabilir. Aziz karakterinden önce de özel gereksinimi olan insanlarla, arkadaşla yolum kesişmişti  ama Aziz’i böyle çalışana kadar onları tam olarak anlamamıştım, şimdi çok daha iyi anlıyorum.

Bir oyuncu olarak insanların hiç tanımadıkları hatta gerçekte olmayan biriyle empati kurmasını sağlıyorsunuz. Bu anlamda çok deneyimlisiniz. O  yüzden merak ediyoruz… Sizce Korona virüsü salgınından sonra insanlar birbiri ile daha fazla empati kurabilecek mi? Yaşadıklarımız bunu sağlayabilir mi?

Coronavirüs sonrası dünyada kartlar yeniden dağıtılacak. Evet belki de insanlar belki bütün gün evde tablet, telefon, bilgisayar ve televizyonla yaşadıktan sonra belki gerçekten birbirlerine bakacaklar. Belki bu sefer kimse vapurda giderken telefonunda baklavalı erkek, makyajlı kız aramayacak, karşısındakine bakmak, görmek zorunda kalacak. Bu zor zamanlardan sonra kartların yeniden dağıtılacağını ve insanlığın kurallarının da ortak bir düşmana karşı savaştığımız için yeniden yazılacağını düşünüyorum. Bu düşman da şöyle, eskiden belgesellerde görüyorduk “bir sürü balık karaya vurdu, nedenini anlayamadık, sahil balıktan görünmüyor, şurada şöyle bir şey oldu, toplu balinalar intihar ettiler” vs, doğa şimdi de insanın fazlalığını alıyor. Çünkü şunu da biliyoruz ki dünyaya bizden daha fazla zarar veren bir canlı yok. Şimdi bakınca ozon tabakası kendini ne kadar kapatmış, egzoz gazı yok, parfüm yok, sigara dumanı yok, bu manevi değerler için de mesela ben hiç aramadığım öğretmenlerimi, dostlarımı, arkadaşlarımı aramaya sormaya başladım. Bu salgından sonra her şeyin çok daha güzel olacağını düşünüyor ve teşekkür ediyorum.

Röportaj: Rana Zeynep Çömlekçi