CAMDAN KALE, DUVARDAKİ KAPI OLABİLİR Mİ?

 

 

 

KALP GÖZÜ

Yazı: Prof. Dr. Hayriyem Zeynep ALTAN

[email protected]

 

 

Geçen sayıdaki “Temple Grandin” dosyamızdan sonra özel biyografilerle yolumuza devam ediyoruz. Okurlarımıza anımsatmak isterim ki, bu köşe özel bir amaca hizmet etmek için kuruldu: Nöro-çeşitliliğe sahip, yaratıcı, özel ve yaşamlarıyla, üretimleriyle her birimize ilham verebilecek insanların hikayelerinin peşine düşüp bunları ortaya çıkarmak başlıca hedefimiz. Elbette ortak zeminimiz otizm. Farklı zihinler ve yaşamlarla biraz olsun empati yapıp daha sağlıklı ve heterojen bir kamusal kültürü yaratabilmemiz için ciddi bir uyarandır ve kaynaktır, otizm. Daha açık biçimde ifade edersem, “otizm”le ilgilenmek; farklı zihinlerin varlığını keşfetmeyi sağlayan bir kapıdan geçmeyi ifade ediyor benim için. Bu kapıdan geçmemiş nice insanımız var ve bizler hayatı onlarla birlikte paylaşıyoruz. Ben de diliyorum ki, daha çok kişi bu kapıdan geçsin. Çünkü bu kapının ardında daha önce varlığından haberdar olmadığımız yepyeni dünyalar var. Bu dünyalara girebilmenin tek yolu, “öteki”nin dünya deneyimini anlama çabası göstermekle işe başlamaktır. Bakın, Temple Grandin bu konuda ne diyor:

“Ya diğer herkesle aynı duygusal bilgiyi alıyorsanız ancak beyniniz bu bilgiyi farklı yorumluyorsa? Çevrenizdeki dünya deneyiminiz diğer herkesten çok farklı olacaktır. Hatta daha acılı… Bu durumda gerçekten alternatif gerçeklikte yaşıyor olursunuz… Ayrıca duyusal sorunlar sadece otizmin sorunu değildir. Otistik olmayan çocuklarla yapılan çalışmalar gösterdi ki yarısından çoğunun duyusal semptomu var.” (Grandin & Panek, 2018, s.87)

Demek ki, aynı zamanda hem bir zenginlik hem de bir acı kaynağı olabilen duyusal sorunlarımız var. Birileri çıkıp bunları tanımladığında ancak bilgi sahibi olabiliyoruz. Örneğin, Grandin’in “Otizmli Beyin” adlı yapıtında sözünü ettiği “adrenalin patlaması” durumunu bilmeden, kimbilir kaç kez birilerini soğuk, kibirli ya da asosyal olarak etiketledik? Ya da geçirdiği bir trafik kazası sonucu renk hafızası silinen yani “renk körü” haline gelen bir ressamın derin hayalkırıklığıyla bağlantı kuramayacak kadar insana ilgisiz olabilir miyiz? Bilgimiz yoksa olabiliriz. Sözünü ettiğim kapı sevginin olduğu kadar bilginin de kapısı. Ünlü bir nörolog olan Oliver Sacks, “Mars’ta Bir Antropolog” adlı yapıtında öyle vakalardan söz ediyor ki; nöro-çeşitliliğin önünüzde açtığı yeni ufukta, insan olmanın olağanüstü bir deneyimler yelpazesini kucaklamak anlamına geldiğini anlayıp dehşete düşüyorsunuz. Bu hikâyeler vaka olmaktan çıkıp dönüşen hayatların sıradışı kahramanlarını yaratıyor. Örneğin, renk körü ressam gri bir hayata mahkum olmayı aşıp bu dünyanın ona dayattıklarını bir “lütuf” olarak görmeye başlıyor ve sanatında yeni bir üslubu kucaklıyor. Gilles de la Tourette sendromuna sahip ünlü bir cerrah onu zorlayan tiklerine rağmen çok sevilen bir doktor olmayı başarıyor. Sacks şöyle diyor:

“Tabiatın gizemlerini açık ettiği tek yer, bize alışık olduğumuz yolun dışında izler gösteren vakalardır.” (Sacks, 2011, s. 117)

İşte tam da böyle bir bakış açısının bana tesadüfen getirdiği bir hikâyeye çevirdim gözümü.

Bu yazıda sizlere tanıtacağım yapıt, Camdan Kale. New York’lu gazeteci Jeanette Walls’ın anı türünde kaleme aldığı bu ödüllü kitaba çok farklı pencerelerden bakıp çok başka şeyler görmek mümkün. Ancak ben sizlere doğrudan bu öyküyü anlatmak yerine bende bıraktığı ilk izlenimden söz edeceğim. Öncelikle bu hikâyeyle bir film olarak tanıştım. Yönetmenliğini Destin Daniel Cretton’un yaptığı bu biyografik öykü beni duygusal olarak çok etkiledi. Genç ve başarılı bir kadına kimliğini kazandıran sırlarla dolu bir geçmişte eşlik etmek. Bu, çocukluğun o çok özel ve sonsuz mekânında kendinizle buluşmak gibi bir deneyim.

Mesleğim gereği filmi elbette bir kaç kez izledim ve her defasında göz yaşlarına boğuldum. Filmin etkisi gündelik hayatımın içine sinsice yayıldı ve düşüncelerimde kendine ait bir yer açtı. Bu durumun farkına varır varmaz, buna coşkulu ve aynı zamanda hüzünlü bir ruh haliyle izin verdim. Çünkü bu öykü; bana ve bir çocukluğa sahip, onu öldürmemiş bilakis içinde taşıyan her insana verebileceği değerli bir şeye sahipti. Bu şey esasen yolculuğun kendisiydi. Sizi çocukluğunuz, aileniz ve hayatta olduğunuz sürece diğerleriyle paylaştığınız ilişkiler dahası “sizi siz yapan mekânlar” üzerine düşünmeye iten ve bu düşüncelerin zincirinde yeni duygusal anlamlarla buluşturan bir içyolculuktan söz ediyorum. Belki de içeride yaşanan böylesine fırtınalı bir havaya girmeyeli çok olmuştur ve etrafınızda yaşananlara anlam vermek için, bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istersiniz. Şahsen ben öyle yaptım.

Camdan Kale’yi bu kadar özel yapanın filme adını veren bu “simge” olduğunu düşünüyorum. Bir aile düşünün: Anne, baba ve dört çocuktan oluşuyor. Çok zeki, tutkulu, sanatçı ruhlu, güzel bir kadın, anne. Tüm gününü resim yaparak ve okuyarak geçiriyor. Baba, doğuştan karizmaya sahip bir adam. Gökyüzünü ve yeryüzünü, fiziği ve matematiği, atomu ve sevdayı yaratan tüm bir hayatın bilgisine aç ve bununla beslenen vahşi bir ruhu var ancak bir alkol bağımlısı. Kadın da kendini sık sık bir “adrenalin bağımlısı” olarak tanımlıyor. Bu kadın ve bu erkek, her birinin kendi kişisel tarihleriyle ve bu tarihi yazarken giriştikleri her tür mücadeleyle varettikleri kimlikler ve değerler; bu dört çocuğun içine doğdukları hayatın biricik iklimini oluşturuyor. Ve şunu da eklemek gerek bu iklime: İki baskın karakterin karşılıklı sevgisi ve birbirleriyle bir ömür süren çetin savaşı. Bu yaşam biçimi, bu çocukların tanıdığı tek varolma biçimi. Ancak büyüyüp sosyal etkileşimleri arttıkça başka hayatları görmeye başlıyorlar. Ve ilk keşifleri, Walls Ailesi’nin genel kültürel kodlarla uyum sağlamayan, kendine özgü yapısı oluyor. Bu uyumsuzluk bazen bir benzersizlik anlamına geliyor ve yaşama sevinciyle dolu. Bazen de çocukların sosyal yaşamda ötekileştirilmeleriyle sonuçlanan epey keskin bir “damga”nın adı oluyor. Örneğin, Baba Rex Walls karanlıktan korkan küçük kızı Jeanette ile birlikte çölde “iblis avı”na çıkıyor ve korkuyu yenmekle ilgili harika bir içgörüyü şevkatle kızına armağan ediyor. Ama aynı baba çok fazla içtiği gecelerde, yiyecek hiçbir şeyleri olmayan çocuklarının açlığını ve çaresizliğini görmezden gelebiliyor. Kendine özgü yaşam felsefesi olan, sanatçı anne; çocuklarına kimseyi yargılamamayı öğretirken, bir gün çok sevdiği çikolatayı çocukları açken gizli gizli yiyebiliyor ve sonra ağlayarak “Babanızın hatalarını bağışladığınız gibi, benimkileri de bağışlayın!” diyebiliyor. Bu çocuklar herzaman hayatları büyük, eğlenceli bir maceraymış gibi davranmak zorundalar. Oysa bir geceyarısı “Hadi, kalkın gidiyoruz. Başka bir yerde yaşayacağız. Herkes yalnızca çok gerekli gördüğü tek bir şeyi yanına alsın!” diyen bir babanın mutlak buyruğunda yollara düşmek ve bunu defalarca yaşamak; bu çocuklarda derin bir köksüzlük ve endişe yaratıyor. Neredeyse hiçbir zaman “evimiz” diyebilecekleri bir mekânda güven duyacak kadar uzun kalamıyorlar. Güzelliklerin ve çirkinliklerin en yüksek dozlarda yaşandığı bu iklim, her bir çocuğa kendi savunma mekanizmalarını ve davranışlarını yaratacağı özgün koşulları dayatıyor. İşte bu noktada Lori’nin, Brian’ın ve Maureen’in öykülerine tanıklık etsek de; esas kahramanımız Jeanette. Çünkü babasının taslaklarını gece gündüz çizip sürekli mükemmelleştirdiği camdan kalenin hiç inşa edilemeyişinin öyküsünü Jeanette’in gözünden görüyor, onun bilincinden takip ediyoruz.

 

Camdan kaleyi yalnızca özlemi duyulan, bütün insani ihtiyaçları karşılayan bir “süper ev” olarak algılamak; bu öykünün özünü ıskalamak anlamına gelir bence. Bir iletişimbilimci ve göstergebilimci olduğumu anımsayarak; buraya, özel bir parantez açmayı elzem buluyorum. Sosyolog ve psikanalist N. Chodorow’dan alıntılayarak şöyle diyorum:

“Yansıtmalı özdeşleşme dış dünyaya – olumlu ve olumsuz – duygularla yatırım yaparak, dünyayı özne için canlı bir hale getirir. Bu doğal yetenek dünyanın  mekanik değil de öznel bir biçimde deneyimlenmesine imkân vererek kişinin dış dünyada duygusal bir anlam bulmasını mümkün kılar.” (Chodorow, 2007, s.34)

Yani her gerçek ilişki, bilinçdışı imgelerin halihazırdaki nesnelere aktarımını içerir. Aktarım hayatımızın her yerinde vardır ve deneyimlerimizi canlı kılan, bu süreçtir. Camdan kale aslında Jeanette’ten ve diğer çocuklardan önce, babanın (Rex Walls) aktarım nesnesidir. Annesi tarafından “ensest” bir ilişkiye zorlanan ve büyük ihtimalle evden ayrıldığı 17 yaşına kadar buna maruz kalan Baba Rex, bilinçdışı olarak kendine bir “kurtuluş imgesi” yaratmıştır. Güneşle, toprakla, rüzgârla, suyla kısacası “yuva” diye bildiğimiz içimizdeki o yerle uyumlu, hiçbir şeyi saklamak zorunda kalmayacağımız, sırsız, saydam bir kale. İşte hikâyenin özündeki bu imgeyi bir soğan misali katman katman soyarsak ve anlatıya her bir katmanın ışığında yeniden bakarsak; büyülü bir yolculuk yaşıyoruz. Rex, hayata tutunabilmek için camdan kale hayalini canlı tutmak zorundadır. Burası, hatalı/sapkın annelikle kirletilmemiş bir sevginin, Rex’in çocuklarına duyduğu katıksız sevginin yerleşebileceği ve muhafaza edilebileceği bir “yokyer”dir. Rex’in, annesinin sapkınca tezahür eden sevgisini – çocuğun yaşayabildiği ilk sevgi biçimi- onaylayamaması ve böylece kendi varlığını (kendi deyimiyle) “iblislerin saldırıları”ndan azade yaşayamaması dahası kendini sevememesi onu alkolün hükmünde bir hayata mahkum etmiştir. Yine de, kendince, sevgi dolu bir baba olmayı başarmıştır. Bu başarıda Jeanette’in payı büyüktür elbette. Bu kız çoçuğu, babasının bir kişi olmak konusunda yaşadığı derin güvensizliğe; yaşından beklenmeyen bir olgunlukla, iyileştirici bir tutumla karşılık vermiştir. Rex ve Jeanette arasında özel bir baba-kız ilişkisine şahit oluruz. Anne Rose Mary Walls’un bu kaostan örülü düzendeki yerine bakarsak; o bir anneden çok, çocuklarına bir kız kardeş gibi davranmıştır. Bu davranış modelini aydınlatmak için de, Rose’un kendi annesiyle ilişkilerine bakmak gerekir. Anlatının 258. sayfasında Rose, kızı Jeanette ile çekişmektedir ve üç gündür yalnızca patlamış mısırla beslendiği için annesine sitem eden kızına şöyle der:

“Sen her zaman çok olumsuzsun. Bana annemi hatırlatıyorsun. Sürekli eleştiri, eleştiri, eleştiri!”

Rose kendi annesinin kurallarından öyle bıkmıştır ki, kendisi anne olduğunda; çocuklarına tek bir kural koymuştur: “Hava karardığında evde olun.” Bu noktada ödüllü bir psikiyatrist olan E. Welldon’dan bir alıntıyla devam ediyoruz:

“Anne olmak en azından üç kuşağı içine alan bir süreçtir: Kadın hem kendisinin annesi hem de annesinin annesi olur. Bazen kendsine davranış biçmi nedeniyle anneye ve babaya duyulan intikam, kız ya da erkek bebeğin gelecekte ne tür bir yaşamı olacağını gösterebilir.” (Welldon, 2001, s. 63)

Bu bilgiler ışığında rahatlıkla diyebiliriz ki; ebeveyn olmak, içinde kendi çocukluğunuzu da barındıran çok zamanlı, çok katmanlı bir varoluş mücadelesidir. Kurduğunuz tüm ilişkiler – özel ya da kamusal – ilk ilişkilerinizin bir yansımasıdır ve o zamanın örüntüleriyle bezelidir. Bu, kendinizle ve çocuğunuzla iletişiminizi dönüştürebilecek türden bir bilgidir.

 

“Camdan Kale” bağrındaki ensest olgusuyla da özel bir ilgiyi hak ediyor. İnsanlık tarihinin ve günümüzün en yasaklı konusu olan enseste ve aile kurumuna çıplak gözlerle yeniden bakmak için eşsiz bir öykü. Kendi kızına tecavüz eden bir babanın hakim karşısında kendisini “Hakim bey, bahçenize diktiğiniz ağacın ilk meyvesini başkasına verir misiniz?” diye savunduğu hastalıklı bir zihniyete karşı, doğru tavır almak için; “vicdan ve etik” odaklı yeni bir toplumsal kültürü inşa etmeye acilen ihtiyacımız var. Namuslu olmakla ve özellikle namusu kadın bedeninde arayıp bulmakla övündüğümüz kültürel kodlarımıza kuşkuyla bakmak zorundayız. Töre cinayetlerini bir şemsiye gibi kullanıp namus kavramının ardına gizlenen “kötülük” artık fazlasıyla görünür olmuştur. Büşra Sanay’ın “Kardeşini Doğurmak” adlı çalışması, ülkemizde yaşanan kimi “töre cinayetleri”nin üstü örtülen “ensest vakaları” olduğunu raporlar ve uzman tanıklıkları eşliğinde belgelemektedir. Bakınız. (Sanay, 2018, s. 210)

Sanay’ın aktardığı bilgilere göre; ensest mağduru çocuklar ve gençler çoğu zaman anneleri ya da aile büyükleri tarafından “aileyi dağıtmak”la ve “aile şerefini ayaklar altına almak”la suçlanıyorlar. Bu durum, namus kavramıyla ilişkimizin ne kadar çarpık ve istinatsız olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ensest, üstü kesinlikle örtülmemesi gereken bir olgu. Zira Camdan Kale’nin öyküsü bununla ilgili ipuçlarıyla dolu. Ailedeki tek bir istismar “sır” olarak kaldığı sürece, diğer kuşaklara dek uzanan bir karanlık zinciri başlatıyor. Baba Rex’in geçmişindeki bu sır ancak uzun yıllar sonra, parasızlıktan ölme sınırına yaklaştıkları için babaannede kalmaya gittiklerinde ortaya çıkıyor. Babaanne (Erma Walls), Rex ve Rose’un bir süreliğine çocuklarını kendisine emanet ettiği dönem içinde, birgün, öz torunu Brian’ı pantolununu onarmak bahanesiyle taciz ediyor. Kendisi de bir alkolik olan babaanne hiç bir suçlamayı kabul etmiyor. Bir süre sonra Jeanette de aynı evde yaşayan öz amcası tarafından taciz ediliyor. Buradan Erma’nın her iki oğlunu da ensest ilişkiyle büyüttüğünü çıkarsıyoruz. Bu davranış silsilesi, sapkın sevginin tezahürünün “kuşaksal bir acı” ve “nefret kültürü” dahası yaşam biçimi yarattığının kanıtıdır.

Ne yazık ki her çocuk bu öyküdeki Jeanette kadar şanslı değil. Ensestin; insanı, insan olmaktan utanç duyan bir konuma sürüklemesini bakın, doktor ve oyuncu olan Ercan Kesal nasıl betimliyor “Adliye Mührü” başlıklı anlatısında:

“Çocuğa bakıyorum. Başına gelenlerin pek farkında değil gibi. Onun derdi bileğinin iç kısmındaki mor adliye mührü… Elini yavaşça ağzına götürüp tükürüğüyle ıslatıyor ve silmeye çalışıyor. Jandarma dürtüyor çocuğun omzunu: “Silme onu.” (Kesal, 2013)

Anlatının devamında, Doktor Kesal jandarmanın kör görev bilincini bastırarak çocuktaki mührü bir hemşireye sildiriyor ve az sonra çocuğun yüzünde küçük bir gülümseme beliriyor. Bu kısa anlatı Camdan Kale’nin ruhunu öyle iyi özetliyor ki! Ruh sağlığımızı korumak için, hayatı anlamlı kılan simgeler yaratmaya ihtyacımız var. Camdan kale bu umudun da simgesi aynı zamanda. Jeanette New York sokaklarında “işgalci” ya da “evsiz” olarak yaşayan anne ve babasından utanmaktan vazgeçtiği gün, bize anlattığı bu kikâyenin kurbanı (nesnesi) olmaktan çıkıp öznesi haline geliyor ve hiç bir zaman inşa edilememiş camdan kaleye sahip çıkıyor. Çünkü onun herşeye rağmen, hiç parası olmadığı için kendisine noel hediyesi olarak gökyüzündeki Venüs gezegenini armağan etmiş olan, sevgi dolu bir babası var. Rex bunu öyle doğal biçimde yapıyor ki, Jeanette yetişkin bir kadın olduğunda bile; Venüs’e gülümsemeyi sürdürüyor.

Rex Walls’ın, A. Huxley’in “Algı Kapıları” adlı yapıtında söz ettiği “Büyük Bilinç”ten nasiplenmiş, özel biri olduğunu söylersem abartmış olmam diye düşünüyorum. Huxley, bu tip insanlar için şöyle diyor:

“Her birey doğar doğmaz kendini içinde bulduğu dil geleneğinin hem yararlanıcısı hem de kurbanıdır; dil, onun diğer insan deneyimlerinin biriktirilmiş kayıtlarına girebilmesini sağladığı ölçüde yararlanıcı, dil onu indirgenmiş bilincin mümkün olan tek bilinç olduğuna ikna ettiği ve onun gerçeklik duygusunu bozduğu ölçüde kurbandır… Ancak bazı insanlar bu indirgeme filtresinin etrafından dolaşıp onu devre dışı bırakan bir tür by-pass kanalıyla doğmuş görünüyorlar.” (Huxley, 2018, s. 19-20)

Öyleyse algı kapılarımızı zorlayacak bu hayatlara kayıtsız kalmayalım. Son olarak “Film mi, kitap mı?” diye soranlara, “Her ikisi birden!” diyorum. Film vurucu bir etki yapıyor, kitap usul usul içinize işliyor. Açmaya ihtiyaç duyduğu kapıyı yerinde bulamayan ancak aynı kapıyı dilerse, bir duvardan da açabileceğini sezenlere önerimdir. Başka hayat hikâlerinde buluşmak üzere…

 

Yararlanılan Kaynakça:

Chodorow, J. N., (2007). Duyguların Gücü, Çev. Jale Özata Dirlikyapan, İstanbul, Metis Yayınları.

Grandin, T. & Panek, R. (2018). Otizmli Beyin, Çev. Merve Solmaz, İstanbul, Pozitif  Yayınları.

Huxley, A., (2018). Algı Kapıları, Çev. Mehmet Fehmi İmre, Ankara, İmge Yayınları. (11. Baskı)

Kesal, E., (2013). Mühür, Radikal Gazetesi, www. m.radikal.com.tr. (Arşivden)

Sacks, O., (2011). Mars’ta Bir Antropolog, Çev. Osman Yener, İstanbul, YKY.

Sanay, B., (2018). Kardeşini Doğurmak, İstanbul, Doğan Kitap.

Walls, J., (2014). Camdan Kale, Çev. Ezgi Kızmaz Ürgen, İstanbul, Epsilon Yayınları.

Welldon, E. V., (2001). Anne: Melek mi, Yosma mı?, Çev. Semra Kunt Akbaş & Can Kurultay, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.