HALİL ERGÜN: “Hayatın Tüm Renklerine Eşit Derecede Sahip Çıkmalıyız.”

“İnsana asıl ihanet farklılığı utanca çevirmektir. Farklılığı korkuya çevirmektir.  Ötekileştirmeyi beslemektir. Toplumun genel yargıları içinde böyle bir sınır vardır. Önemli olan buna karşı çıkmaktır. Sen çocuğuna, kızına, oğluna, akrabana,  mahallendeki çocuğa veya sokakta karşıdan gördüğün bir çocuğa birinci derecede insan olmanın hakkını vermeden yaşamaya devam edersen sahtekarsındır.”

Röportaj: Parin Yakupyan

Türk sinemasına belki en fazla emek vermiş, en çalışkan oyunculardan birisiniz. Sinemanızda insan sevgisine önem veren rolleri tercih ettiğiniz açıkça görülüyor. Yüreğinizdeki bu insan sevgisinin kaynağı ne?

Ben muhteşem bir kadının çocuğuyum. Varlıklı bir aileydik ama annemin hiç yardımcısı yoktu. Yedi kardeştik, birini kaybettik. Yedi çocuk büyütmüş bir kahraman kadındır annem. İnsanlar onunla sohbet için evimize gelirlerdi Emek kadınıydı. Ne annemi, ne de babamı birisi hakkında bir kere olsun kötü konuşurken duymadım. Böyle bir ailede büyüdük biz. Hatta bazen anneme “Birisi şöyle bir şey söylemiş,” dediğimiz zaman “Dememiştir o öyle şey, boş ver sen,” derdi. Babam da bize hiç şiddet duygusu yaşatmayan bir babaydı. Abartmıyorum, tek fiskesini yememişizdir.

Ben de biraz onların etkisi var, belki biraz da yapısal. İznik’te muhteşem bir kasabada büyüdüm. Doğa ile ilişkimiz vardı. Çiçekleri, kuyusu, çardağı olan geniş bahçeli evlerde yaşıyorduk. Annemin çabaları ile o bahçedeki çiçeklerin nasıl açtığını, geliştiğini izlerdim. Bitkiler ile daha iyi dil kurabilmek için çocukken ben de kendime ait bahçe yapardım. Doğanın dilini erken keşfettim. Orada emek verildikçe bitkilerin nasıl karşılık verdiğini görürdüm.

Bütün mesele nedir biliyor musunuz? Emek… Çocukları olan arkadaşlara hep anlatıyorum “Çocuklarınızı emek vermeye, alın teri dökmeye alıştırın. Cicimle, gülümle onları sokağa salarsanız hayatın içinde çok zorluk çekerler,” diye söylüyorum.

 Sinema hayatınıza ne zaman girdi?

Sinema hayatımızda hep vardı. Babam makinistti. Halasının oğlu da sinema işletiyor, filmler getiriyordu. Küçük bir kasabada başka insanların hayatlarını görüyorduk. Bu çok mühimdi. Başka insanların acılarına, sevinçlerine katılmak insanlaşmanın birincil hedefi. Sadece kendiniz ile kalırsanız insanlaşamazsınız. Düğünler ve cenazeler niye vardır? Sevince ve acılara ortak olmak için.

Biz beş yaşındayken o filmleri seyrediyorduk. Bana sorun o günlerin oyuncularını, size tarif ederim, hala adlarını bile hatırlıyorum. O filmlerde; bir kavgada taraf olmak, iyiden yana olmak, kötüye kızmak, aşkı alkışlamak gibi o yaşlarda tam bilincine eremesem bile kavramaya başladığım sayamayacağım kadar çok şey biriktirmişimdir diye düşünüyorum. Ama sinema oyuncusu olacağım hiçbir zaman aklıma gelmiyordu.

Oyunculuk ne zaman başladı?

Benim çocukluğumda okullarda kültüre ve sanata çok önem verilirdi.  Kütüphaneler kurulmuştu, öğretmenler bize okuma sevgisi aşılamaya çabalardı. Her sene müsamereler yapılırdı. Bayramlarda şiir okunurdu. Okul aile birliği toplantılarında gösteri yapardık.  Hocalarım beni de yetenekli bulmuşlardı herhalde ki, bana da roller veriyorlardı. Hatta hiç unutmam, okul aile birliğinin bir toplantısında evden eşyalar, minderler, yastıklar getirip bir oyun sergilemiştim. Orada oynarken rolüm gereği ağlıyordum. Ağlarken matematik hocamın yüzüne baktım, çok memnun bir gülümseme ile beni izliyordu. Beni beğeniyor olması pek hoşuma gitti.  Orada daha başka bir takım insanlar da vardı. Sonra memurların toplandığı bir yerde aralarından biri “İşte geleceğin büyük sanatkarı!” dedi ben içeri girdiğimde. Çok anlamadım ne demek istediğini, mahcup da oldum. Beni seyretmiş ve iş çıkacak bundan demiş.

Sonra ortaokuldayken Bursa’daki Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’na ilk tiyatro oyunumu izlemeye götürdüler beni. İlk seyrettiğim profesyonel tiyatro oradaydı. Bütün bunlar insanda çok büyük şeyler biriktiriyor. Bende de, objeleri insan olan şeyler birikti. İnsanlara hep meraklıydım.  Biz eşraf ailesi olduğumuz için İstanbul’dan ve Ankara’dan azıklarını tamamlamaya bize çok misafir gelirlerdi. Yeni insanlar tanımayı ve onlara sorular sormayı çok severdim.

 Hala o insan sevgisini koruyabiliyor musunuz içinizde?

Hala aynen öyle yaşıyorum.  İnsanların dostlukları, kahırları beni çok ilgilendiriyor.  Halen gözyaşı dökebilirim. Sevindiğim zaman da gözyaşı döküyorum, insana yakışan bir sahne gördüğümde de, duygulandıran bir laf duyduğumda da ‘İşte bu insana yaraşır bir şey’ diyorum. Hayat insanla açıklanabilir.  Yardımsever, insanı seven bir aileden geliyorum. Ağlamak ve dertleşmek için gelininden gadre uğramış kayınvalideler anneme gelirdi ya da kayınvalidesinden gadre uğramış gelinler.  Benim yardımlaşma, dayanışma ve insanı sevme kültürüm oradan geliyor.

Bir de ben pişmanlık bilmem. Yanlışlarımız vardır. Yanlışı bir daha tekrar etmeme çabasıyla tamir edersiniz. Tek başına pişmanlık kolay bir saklambaçtır.

 Dergimiz için sizden röportaj istediğimizde “Eğer çalışmalarınıza ufacık bir katkım olabilecekse seve seve,” diyerek müthiş bir tevazuu ile tereddütsüz kabul ettiniz. Bu yaklaşım hayat felsefenizin bir parçası mı?

Evet, bütün değerlerim içinde ‘Ne kadar faydalı olabilirim?’ diye düşünmenin büyük payı var.  Bazı şeylerin illa sizin başınıza gelmesi gerekmiyor. Hayatın içinde bu mesele var ve bunlar ortak meseleler. Kapıları kapat, duyma… Yok ya öyle bir şey.

Sanat hayatınızın ellinci yılına yaklaşmak üzeresiniz. Bir kitap yazmayı hiç düşünmediniz mi?

Şiir yazıyorum. Daha çocukluk yıllarında şiirle tanıştım. İlk okuduğum şiiri hala ezbere hatırlıyorum. 23 Nisan Bayramı’nda okumuştum. İlk başlarda hocam bana şiir okutmuyordu. Memur çocuklarına okutuyordu. Parlak bir öğrenciydim ama biliyorsunuz o zaman memur çocuğu olmak çok ayrıcalıklı bir şeydi. Bürokrasi vardı orada. Ben de ‘beni niye okutmuyorlar?’ diye rahatsız oluyordum. Ront yapıyorlardı, orada da bizi almıyordu.

Sonra beşinci sınıfta yeni bir hoca geldi, Gülten Hanım.  Bana ilk defa o şiir okuttu. 23 Nisan’da kürsüye çıktım. Beyaz bir yaka ve siyah gömlek ile resmim de vardır.  O şiiri unutmuyorum: “Güzel yurdum ellere bir mal gibi satıldı. Atamın gür kaşları birdenbire çatıldı. Binerek bir hamlede şahlanan kır atına, bağırdı alçak diye Sultan’ın suratına…” Bu şiir hala ezberimdedir. Sonra şiirle ilişkimiz devam etti ve şairlerle buluştum. Daha Nazım hayatımıza girmemişti. Lise sonda, el yazısıyla üniversiteli abilerden okuduk Nazım’ı.  Kitabını basmak kimsenin cesaret edebildiği bir şey değildi o günlerde.  63-64’lü yıllarda Atilla İlhanlar, Edip Canseverler, Turgut Uyarlar gibi müthiş şairler ile tanıştık. Şiir insanın kendini ifade etmesidir, sanat da öyledir. İnsanı temel aldık biz. Ben artist olacağım diye planlamadım, hiç öyle bir karar vermedim. Şiir ile uğraştık, tiyatro yaptık. Lisedeyken Bursa’da oda tiyatrosu vardı. Halk eğitim merkezine bağlı çok önemli oyunlar oynadık orada.  Pek çok sanatçı arkadaşımız oradan çıkmıştır. 24 kişilik yarı profesyonel bir topluluktu.

Orada Türkiye’nin sorunları ile ilgilenmeye başladım. Zaten Milli Kurtuluşcu bir ailenin çocuğuydum. Bir de hassasiyet vardı. Yoksullardan yana olmak, emekten ve alın terinden yana olmak bizi beslemişti. Ben de seçimimi yaptım, o saflarda yerimi aldım.

 

Sonra üniversite yılları geldi, konservatuvar imtihanına başvurdum ve ressam olmak için kursa gittim. Evdekiler patladılar bana, mülkiyeyi kazanmıştım çünkü. Böylece mülkiye macerası başladı. Fakültenin de kendi tiyatrosu vardı. Önce orada başladım sonra profesyonel hayat başladı. Bütün bunları niye bunları anlatıyorum… Bizler sinemaya girerken artist olacağız, herkes bizi beğenecek, kızlar bizi beğensin, şöyle meşhur olalım falan değildi derdimiz. Sanatın insanlaşmanın malzemesi olduğuna inanan bir kültür ve estetik anlayıştan girdik sinemaya.

Biz böyle baktık sanata da, tiyatroya da. Ülkenin sorunlarını insanların sorunlarından ayıramazsınız. İnsanı anlatan bir maceranın çocuğu oldum. Sinemaya girdiğimde de bunun kavgasını yürüttüm.  Bütün bunlar kolay olmadı. O dönemleri, 68 kuşağını biliyorsun. Hepsi arkadaşlarımdı. Hayata birlikte başladık, çoğunu öldürdüler, hapishanede çürüdüler. Biz bütün halkları sevdik, bütün halkların özgürlüğünü ve kültürünü savunduk.

Peki, şiir?

Hala şiir yazıyorum. Ama şair olmak için değil.

Niye basılmasını düşünmüyorsunuz?

Ürküyorum, biraz mahcubum. Çok kitap okuduk biz.  Şairlere saygım, sevgim ve bilgim var.  Bir de hani bizim halkımızın çok beylik bir lafı vardır ya arkadaşlar arasında “Yahu sen de mi şair oldun…” diye başlayan…

Ben 70’li yılları kitaplardan okuyarak öğrendim. Hayatınızda yaşadıklarınızı sinemada yaşananları anlatsanız gelecek nesiller de öğrense…

Ben 12 Eylül’de Davutpaşa’da yattım, bilseniz nelere tanık oldum. Sinema ile ilgili anılarımı da yazmamı çok söyleyen oldu. “Niye anılarını yazmıyorsun, hep anlatıyorsun?” dedi bir usta.  “Yazdın mı her şeyi yazacaksın,” dedim. Aslında söz verdiğim bir yayınevi de var ama o kadar anım var ki, şunu yazmazsam buna ayıp olur diye korkuyorum.

 Siz sinemaya Yılmaz Güney ile başlamıştınız değil mi?

Evet, sinemaya o göreve çağırdığı için geldim. Tarım yapacaktım. Tiyatromuz filan darmadağın edilmişti. Sonra sevdim kamerayı. Yılmaz abi ‘İzin’ filmi için çağırmıştı. O da hapisteydi biliyorsun. O benden önce hapisten çıktı. Ben Temmuz 74’de hapisten çıktım. Kasım’da da film çektim. O sırada babam dedi ki “Her şeyi bırak gel. Malın mülkün başına geç. Seni evlendirelim. Traktör alacağım, ortakçılardan toprağı toplayalım,” öyle git geller yaşadım. Ama hayat bana çok güzel projelerde oynama imkanı verdi. İzin filminden sonra sinema bir çeşit kadere dönüştü. 75 film çekmişim, diziler, belgeseller, kısa metrajlar filan derken… Yorgunlukla beraber biraz kırgınlığım var şimdi. Son deneyimler bizi çok fena etti. Mesele sadece ekonomi de değil. İnsan ilişkileri çözülüyor. Trafikte bile yakalıyorsun bunu. Bunu toparlamak lazım.

68 kuşağının Türkiye’deki ve dünyadaki değerleri neydi?

Bir kere bağımsızlık, baskıya zulme ve özgürlüğe müdahaleye karşı olmak. Bir daha da gelmedi öyle bir kuşak.

 Sinemada oynayacağınız rolleri nasıl seçersiniz?

Bir tavrım var. Her şeyi oynamıyorum. Bu bilindiği için zaten bana da genellikle öyle teklifler geldi.  Bir grubun içindeydik. O tür bir sinemayı seçtik. Yeşilçam’a da daha sonra çok saygı duyduğumu söylemek istiyorum. Çünkü hiçbir devlet yardımı olmadan, bütçelerine devletten bir kalem para koymadan kurdular sinemayı. Muhsin Bey’den başlayarak kendi çabalarıyla prodüktörler, artistler aktörler heyecanla çalıştılar.

Köye kadar gittiler, Anadolu’nun bütün kasabalarında filmleri seyredildi. Köylü kitap okumazdı, belli bir entelektüel çevrede okuyan çocuklar da ya roman okurdu ya da macera türü Tommiks, Teksas. Kasabada filme giderdik. Haftada iki film gelirdi. Benim hiç evlenmemiş teyzelerim vardı. Kadınlar matinesine giderler, çekirdek yer, filmleri seyrederler sonra gelirler evde annelerine anlatırlardı. Türkiye insanı başka insanların hayatlarına ortak olmayı bizim Yeşilçam sinemasından öğrendi.

 Dizilerimizin ve filmlerimizin yurt dışında izlenmesini nasıl buluyorsunuz?

Çok iyi ama bize faydası yok. Bize telif ödemiyorlar. Ben de Zuhal ile yurt dışında bir-iki filmde oynadım. Ara sıra oradan hala üç kuruş bir para geliyor. Otomatik olarak çalışıyor orada telif hakları, burada yok. Ben Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği başkanıydım. Zamanında çok mücadelesini verdim bu konuların ama yapamadık.

Bazı şeylerin illa sizin başınıza gelmesi gerekmiyor. Hayatın içinde bu mesele var ve bunlar ortak meseleler. Kapıları kapat, duyma…

Yok ya öyle bir şey.

Biz otizm, down sendromu ve engelli bireyler için çalışan bir derneğiz. Bazen ailelerimizin çocukları yadırgandığı için evden çıkmak bile istemiyor o bakışlar ile karşılaşmamak için. O ailelerimize ne söylemek isterseniz?

İnsanın kendini sınaması tam da bu noktalarda ortaya çıkar. İnsana asıl ihanet farklılığı utanca çevirmektir. Farklılığı korkuya çevirmektir.  Ötekileştirmeyi beslemektir. Toplumun genel yargıları içinde böyle bir sınır vardır. Önemli olan buna karşı çıkmaktır. Sen çocuğuna, kızına, oğluna, akrabana,  mahallendeki çocuğa veya sokakta karşıdan gördüğün bir çocuğa birinci derecede insan olmanın hakkını vermeden yaşamaya devam edersen sahtekarsındır.Bu kadar net söylüyorum. Mesele buradadır.

Hayatın tüm renklerine eşit derecede sahip çıkmalıyız ve savunmalıyız. İşin tadı burada çıkar. Namus da, aydınlanma da, ahlak da buradan çıkar.

Meseleyi bunlar ile beslemek lazım. Anneler babalar “Hop!” diyecek.

Biz de öyle söylüyoruz, hakkınızı bilin ve savunun diyoruz.  Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Sizin bu soylu çalışmanızda benimle de bu söyleşiyi yaptığınız için teşekkür ederim. Çünkü benim hayatımın ince damarlarıdır bu tür duyarlılıklar. Duyarlılıktan öte görevler diye bakıyorum zaten. Çok iş düşüyor size. Mesele sadece çocukların kendisi değil. Toplumsal anlayış, yargı, algılayışa karşı tavır almak da beslenmelidir etrafında. Ülkenin ve toplumun sağlıklı yeşermesi ve yaratıcılıkların ortaya çıkması buradan kaynaklanır ancak.