“OTİZMLİLER TOPLUMDAN AYRIŞTIRILMAMALI”

En son “Sıfır: Etkisiz Eleman” filmiyle sinemaseverleri güldüren başrol oyuncusu Orçun Kaptan ile buluştuk. Filmde “pasif agresif” Vecdi isimli bir avukatı canlandıran Kaptan, otizmli bireylere toplumdan ayrılarmış gibi davranmamak gerektiğinin altını çiziyor.

Sizi en son “Sıfır Etkisiz Eleman” filminde izledik. Filmle ilgili nasıl dönüşler aldınız?

Avengers ile aynı hafta gösterime girmek dezavantajlı oldu. Ama onun dışında seyirci yorumları güzel. Güzel geri dönüşler aldık.

Filmin emektarlarından bahsedebilir miyiz?

Yapımcımız Murat Zurnacı, yönetmenimiz Onur Aldoğan. Senaryosu Ömer Fikret Şen’e ait. Oyuncu arkadaşım Birgül Ulusoy eşimi oynuyor ama onun dışında 10-15 farklı karakter var. Birgül’ün kardeşi Ali Tanyeri, psikoloğumu oynayan Gökhan Tevek, Volkan Kantoğlu gibi isimler de rol aldı ama filmin ana konusu karı-koca ilişkisi üzerine kurulu.

Filmde siz avukat rolündeydiniz… Nasıl bir karakteri canlandırdınız?

Evet. Tıpta pasif agresif sendromu diye bir şey var. Karakterin özelliği şu: hayır diyemeyen bir adam fakat hayır diyemedikçe de kendi içinde bunun mücadelesini veriyor. Agresiflik de oradan geliyor. Bu dertten muzdarip bir avukat. Avukat olması ve hayır diyememesi zaten ekstra bir komedi yaratıyor. Hayır diyememenin getirdiği başka sıkıntılar da yaşıyor. Mesela taksiye bindiğinde, alışverişe gittiğinde bile, hayır diyememenin ceremesini çekiyor. En sonunda artık karısı da “Böyle olacak gibi değil, bunu çözmek zorundasın” diyor. Vecdi psikoloğa gidiyor. Psikolog da geçmişte yaşadığı bir travmadan kaynaklandığını söyleyerek, çözüm olarak “İlkokula döneceksin, o yaşadığın anı bir daha yaşayacaksın ve bu defa ‘evet’ diyeceksin” diyor ve kahramanımız eski mahallesine ve çocukluk günlerine geri dönüyor…

BAZEN ÇOK ‘PEKİ’ DEMEKTEN MUZDARİBİM

Peki siz normalde hayır diyebilen biri misiniz?

Aslında filmdeki karakter Vecdi kadar değilim ama benim annem emekli öğretmen, babam emekli asker. Dolayısıyla onların çalıştıkları dönemde çok yer değiştirdik. Kayseri, Sivas, Adana, Tekirdağ… Haliyle her yeni taşındığınız yerde de o çevreye adapte olmak zor oluyor. Biraz kendi içinize kapandığınız oluyor. Benim de öyle ortaokul dönemimde kendi içime kapandığım, hayır diyemediğim bir dönemim oldu. Sonrasında lise döneminde denizcilik okurken, o kabuğumu kırmaya başladım. Zaten yatılı okul olduğu için buna mecbursunuz. Okul, tiyatro derken, büyük ölçüde hayır diyememe sorununu yendim ama hala çok peki demekten muzdarip olduğum dönemler oluyor.

AMACIM İSTANBUL’DA KALMAKTI

Lisede denizcilik, üniversitede endüstriyel elektronik… Sonra oyunculuk. Hepsi birbirinden çok farklı dallar…

Ben denizcilik lisesindeyken Ortaoyuncular Tiyatrosu’nun sınavına girmiştim ve son sınıfta kazanmıştım. İlk sahneye ilkokul dördüncü sınıftayken Adana Şehir Tiyatrosu’nda çıktım. O zamandan oyuncu olacağımı biliyordum. Ortaokulu okurken Malkara Tiyatrosu olarak bir şeyler yaptım ama lise dönemi geldiğinde annemle şöyle bir konuşma yaptık: “Madem oyuncu olacaksın bunun yeri İstanbul” dedi. Denizcilik lisesine o yüzden girdim aslında. İstanbul’a gelebilmek için. Kazandığım okullar arasında İstanbul’da olan tek okul denizcilikti.

Lise son sınıfta sınavı kazanınca gizlice provalara gitmeler başladı. Halen amatördüm. Bu mesleği yapıp yapmayacağım belli değildi. Para da kazanmak gerekiyordu. O dönem İstanbul Üniversitesi Endüstriyel Elektronik Bölümü’nü kazandım. Okumak için değil İstanbul’da kalmak için bir mazeret oldu.

İlk profesyonel oyunculuğa nerede adım attınız?

Ortaoyuncular’da başladım. Nisan’da sınavı kazandım, Eylül’de profesyonel oldum. Çok uzun amatör kalmadım. İlk oyunum “Parasız Yaşamak Pahalı”ydı. Oyun fakir bir ailenin hikâyesini anlatıyordu. Babayı Ferhan Şensoy, oğlu ben oynuyordum. Bir baba oğul hikâyesiydi. Aşağı yukarı 3-3 buçuk saat süren bir oyundu. Ferhan Hoca ile ben sahneden hiç inmiyorduk. Olmadığımız sahne yoktu. Benim için 18 yaşında böyle bir rolle oyunculuğa başlamak büyük bir şans oldu. Bir de öyle bir kadroydu ki; Rasim Öztekin, Derya Baykal, Baykal Kent, Tuncel Kurtiz, Ali Çatalbaş vardı. Aynı zamanda sahne amirliği asistanlığı da yapıyordum.

2004’e kadar Ortaoyuncularda bilfiil oynadım. 1999 yılında dört arkadaş Ufuk Özkan, Cenk Tunalı, Demet Evgar ve ben kendi tiyatromuz olan Tiyatro Kılçık’ı kurduk. Bir yandan Ortaoyuncular Tiyatrosu oynarken bir yanda da kendi yazdığımız oyunları oynamaya başladık. Halen devam ediyor. Orada öğrenciler de yetiştirdik. Güldür Güldür’deki Onur Atilla, Aylin Kontento, Aziz Aslan, Çağlar Çorumlu, Şebnem Bozoklu, Sinan Çalışkanoğlu gibi birçok isim çıktı. Ondan sonra 2004 yılında Mustafa Altıoklar bizi Tiyatro Kılçık’ta izlemeye geldi. Emret Komutanım projesi vardı o zaman. Demet Evgar ve Ufuk Özkan oynayacaklardı. “Aztek Kerim” diye bir karakter yoktu. Bir astsubay vardı. Onu da Niyazi Taştan oynuyordu. Beni seyredince “Diziye bir asteğmen sokalım, o da bu olsun” demiş. Böylelikle benim için dizi macerası da başlamış oldu.

Birçok kişi sizi Emret Komutanım dizisiyle tanıdı. Dizinin sizdeki yeri ne?

Çok fazla yönetmenle çalışma şansım oldu. İlk sezonu Mustafa Altıoklar çekti, sonra 10-15 bölüm Kartal Tibet, Ömer Uğur, Oğuz Yalçın, Hakan Aldül… Yani şu anda piyasada olan bütün yönetmenler bir kere “Emret Komutanım”ı yönetti. Çünkü tutan ve uzun soluklu bir diziydi. 5 yıl sürdü.

Bir karaktere hayat vermenin en heyecan veren yanı ne?

Karaktere bürüneyim, öyle yaşayayım, ben böyle bir oyuncu değilim açıkçası. Her yeni rolle karşılaştığımda beni en heyecanlandıran tarafı; daha önce hayatımda o oynayacağım kişiye benzeyen insanlar olmuş mu, varsa onlardan ne yakalayabilirim’i düşünmek… Bir mimik olur, bir hareket olur. Tabii ki Orçun’dan, aldığım eğitimden, ustalardan da bir şeyler kattığımda ortaya bir rol çıkıyor. O bence işin en eğlenceli ve heyecanlı yanı.

KOMEDİDE KAFASI ÇALIŞAN BİR MİLLETİZ

Oyuncu olmak yetenek işi mi? Yoksa çok çalışmaya, öğrenmeye, hevese bağlı olarak da geliştirilebilir mi?

Dünyada fıkra kültürü olan tek ülkeyiz. Fıkra diye bir şey biz Türklere özgü bir şey. Bugün en kendini ifade edemeyen kişi bile fıkra anlattığında, Karadeniz şivesini yapar veya yapmaya çalışır. Bir kahvehanede bile insanlar birbirine bir hikâyeyi, anıyı anlatırken oynarlar. Biz o anlamda renkli ve avantajlı bir ülkeyiz. Komedi dalında kafası çalışan bir milletiz. Ben herkesin oyuncu olabileceğine inanıyorum ama mutlaka eğitim de almalı.

Mesela ben Sanataşehir’de ders veriyorum. Öğrencilerimden birinin kafesi var, biri yönetici, biri öğrenci, diğeri manken… Kimisi oyunculuk yapmak için geliyor, kimi de topluluk önünde konuşmakla ilgili sorunu olduğu için, kimisi rahatlamak için, kimi de vücudunu esnetmek için geliyor.

Yeri gelmişken eğitimci yönünüzden bahseder misiniz?

Kalabalık bir eğitmen kadromuz var. 15 kişiden oluşuyor. Herkes kendi en iyi bildiği şeyi anlatıyor. Örneğin Dost Elver Müşfik Kenter ekolünden, İrfan Kangı Müjdat Gezen ekolünden bir şey anlatırken ben de Ferhan Şensoy ekolünden bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Öğrenciler değişik ekollerden eğitimler almış oluyorlar. Bilal Çatalçekiç ritim derslerine, Yavuz Seçkin sosyal medya derslerine, Kerem Seven diksiyon derslerine giriyor. Ben de vücut dili ve geleneksel Türk Tiyatrosu eğitimi veriyorum.

İLK KEZ BENİM YANIMDA KONUŞTU

Otizmle ilgili ne biliyorsunuz? Çevrenizde otizmli bireyler var mı?

Ben bulmaca çözmeyi çok severim. Otizmin karşılığı hemen hemen her bulmacada şöyledir: Tıpta içine kapanıklılık. Tamam ben onun cevabının “otizm” olduğunu biliyorum ama bu kadar mı yani? Otizm bir sosyal iletişim bozukluğudur.

Akrabalarımda değil ama arkadaşlarımdan oğlu otizmli olan biri var. Hatta bir gün buluştuğumuzda birlikte vakit geçirdik, fotoğraf çektirdik. Çevremden uzaktan akrabam ve aynı zamanda bir komşumun kızı da otizmli. Ama zamanla büyük aşama kaydetti. Belki bunda benim de küçük bir payım olabilir.

Nasıl bir pay?

Konuşmayı reddediyordu. Birlikte oyunlar oynuyorduk. Ben çocuklarla kolay iletişim kurabildiğimi düşünüyorum. Evde yine oyunlar oynarken gökyüzünde dolunay vardı. Bulut ayı kapatıyor, ay sonra tekrar ortaya çıkıyordu. Biz de “ bulut geldi, gitti” diye oyun oynuyorduk. Birdenbire çocuk “aydede” dedi ve annesi ağlamaya başladı. İlk kelimesini benim yanımda söyledi. Şu anda genç bir kız oldu. En son Tekirdağ’da bir sokak düğününde gördüm. Gayet güzel eğleniyordu.

ÇOCUKTUR BAĞIRIR

Otizmli bireylerin en büyük sıkıntısı toplum tarafından reddedilmek ya da görmezden gelinmek… Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ben uzman değilim ama şöyle düşünüyorum: Geçen hafta Tekirdağ’da küçük çocukları olan bir anneyle karşılaştık. Benimle fotoğraf çektirmek istedi. Sonra bana döndü ve “Benim oğlum otizmli de…” Söylemese ben anlamayacaktım. Çocuğun hareketlerinde, kardeşiyle oynamasında bir gariplik görmedim. Bana normal geldi. Ama bunu söylediği zaman bozuldum. Niye bunu belirtmek zorundaydı ki? Görmezden gelmek diye anlaşılmasın ama ekstra bir özellikmiş gibi davranılmasına karşıyım. Yine komşumuzun 6 parmaklı bir oğlu vardı. “Hepimizin 5 seninki 6 parmak, ne kadar şanslısın. Süper kahraman gibi bir şeysin” diyordum. Bu şekilde davranmak gerektiğini düşünüyorum. Tabii ki otizmliler ayrı eğitim almalılar ama toplumdan da ayrıymış gibi davranmamak gerekiyor.

Bir de biz hastalıklara ne zamanki bir isim koymaya başladık, o zaman kişileri toplumdan ayırdık. Annesi bana bunu söylemeden önce diyelim ki çocuk bağırdı, çağırdı. Bunu her çocuk yapar. Çocuktur sonuçta. Sıkılınca bağırır. Sadece otizmliler için söylemiyorum.

Siz de 6 yaşında bir erkek çocuk babasısınız. Onunla ilişkiniz nasıl?

Biz onunla bayağı arkadaşız! Aslında bu kadar olmaması gerekiyor ama… Yavaş yavaş baba oğul sınırını çizmeye başladık. Şu an aramız iyi. Annesiyle Kıbrıs’ta yaşıyor. Tabii ki arkadaş gibiyiz ama baba oğul ilişkimiz de var.

Peki bir sanatçı sosyal sorumluluk sahibi olmalı mı sizce?

Kesinlikle. Çünkü “Sahne dünyanın aynasıdır.” Bu Shakespeare’in lafı… Aynı zamanda Haldun Taner’in de sahnede çok kullandığı bir cümledir. Eğer sen de dünyanın aynasıysan ve sanatçı da duyarlı olacaksa, her sahneyi gelen seyirciye yansıtmanız gerekiyor. Bu tarz engeller, rahatsızlıklar da hayatın bir gerçeğiyse, bunu yansıtmak gerekiyor. Her sanatçı bu konuda bir şeyler yapmalıdır bence.

Sizin bu konuda herhangi bir çabanız oldu mu?

Rol olarak düşünüyorum yok fakat lösemili çocuklara özel bir etkinlik yaptığımız oldu. Ben sadece paylaşmayı çok sevmiyorum. Tiyatro sahnesiyse o başka tabii ama özel bir ricaysa çok paylaşmamaya dikkat ediyorum. Çünkü şova dökmemek de lazım. O çocuklar mutlu oldu mu, benim için yeterli.