İLAÇ KULLANIMI VE OTİZME EŞLİK EDEN HASTALIKLAR…

Otizm artıyor mu? Bitkisel ürünlerden fayda elde etmek mümkün mü?

Otizme eşlik eden hastalıklar neler? Hepsini ve daha fazlasını Doç. Dr. Yasemin Yulaf’a sorduk.

 Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

1975 Ankara doğumluyum. Tıp fakültesi eğitimimi Hacettepe’de bitirdim. Daha sonra eşimle evlenerek İstanbul’a geldim. İstanbul’da Marmara Üniversitesi’nde Çocuk Psikiyatrisi bölümünü bitirdim. Zorunlu hizmetimi Tekirdağ’da devlet hastanesinde yaptım. 2011 yılının sonlarına doğru da muayenehanemi açtım.

Otizmle sıkça karşılaşıyor musunuz?

Evet. Giderek daha çok karşılaşıyorum. Birçok kişi bana “Niye giderek otizm oranı artıyor?” diyor. Başlarda ben de bazen niye giderek daha çok tanı koyuyorum diye düşünürken şu sonuçlara vardım. Birincisi biliyorsunuz ki biz doktorların bir tanı kriterleri kitabı var. Önceden bu kitabın adı DSM-4 idi. Daha sonra bu kitap 2013 yılında DSM-5 olarak güncellendi. Bu DSM’ler güncelleştikçe tanı kriterleri de değişiyor. Eskiden DSM-4’te otizm, Yaygın Gelişimsel Bozukluk başlığının bir alt konusuydu. Yaygın Gelişimsel Bozukluk; otizm, atipik otizm, dezintegratif bozukluk ve asperger gibi bozukluklardan oluşuyordu. DSM-5’te sınıflamayı değiştirdiler. Ne yaptılar sınıflamada? Yaygın Gelişimsel Bozukluk terimini ve diğer tüm alt terimleri kaldırıp hepsini tek bir isimde birleştirdiler. Bu bozuklukların hepsinin yeni adı; Otizm Açılımı Kapsamındaki Bozukluklar oldu. Dolayısıyla sadece sınıflanma kriterlerinin değişiminden dolayı benim tanı koyma oranım artmış oldu. Çünkü çerçeve genişledi. Örneğin önceden asperger tanısı koyduğuma da, atipik otizm tanısı koyduğuma da, yeni tanı kriterleri doğrultusunda Otizm Açılımı Kapsamındaki Bozukluk tanısı koymam gerekiyor. Daha çok tanı konulmasının nedenlerinden birisi bu oldu. Ailelerin en çok yönelttiği ikinci soru ise “Hocam artık hormonlu besleniyoruz ondan mı otizm görülme sıklığı artıyor acaba?” sorusu.  Ama bence nedenler biraz daha farklı.

Sizce nedir bu nedenler?

DSM’ler nozolojiktir. Nozolojik demek; “Ben bu tanı kriterlerini yazıyorum ama bu tanı kriterleri için nedenine bakmıyorum,” anlamına geliyor. “Bir çocuk televizyon karşısında kaldığı için mi geç konuştu yoksa telefonla çok oynadığı için mi? Ona bakmam. Burada bulgular varsa ben tanıyı koyarım,” diyor.

Çocuğu tanı alan ailelerin ilk tepkileri nasıl oluyor?

Tanıyı koyduğumuzda, anne ya da babaların birçoğu kabullenmekte önce zorlanıyor. Hepimiz ağır bir şey ile karşılaştığımızda kabullenmekte zorlanırız. Bu bir yakınımızın kaybı olabilir, ağır bir kanser hastalığı olabilir ya da otizm olabilir. İlk safha hepimiz için inkar safhasıdır. Ailelere otizm dediğimiz zaman “Doktor hanım otizm dedi ama benim çocuğum X’in çocuğu gibi değil,” ya da “Ben çocuğumla zamanında çok ilgilenmediğim için böyle oldu,” veya “Ben çocuğumu televizyonun karşısında çok bıraktığım için böyle oldu,” diye düşünebiliyorlar. Zannediyorlar ki nedene göre otizm olur ya da olmaz. Ama bu kitap öyle demiyor. “Nedene bakmadan bulgu var ise tanıyı koyacaksın” diyor. “Nedeni ne ise sonra bul ve çöz,” diyor kitap. O yüzdendir ki, otizm tanısını daha çok koyar olduk. Çünkü teknoloji gelişti, anne babalar çalışıyor, eve gelip çocukla ilgilenemiyor, ebeveynler işten dönünce hemen ev işi yapmak zorunda kalıyor, bakıcı uzun süre çocuğu televizyon ya da tablet karşısına koyabiliyor. Dolayısıyla çocuklar daha izole büyüyorlar. O yüzden biz diyoruz ki üç yaşından önce çocuklarınızla bol bol oyun oynayın ve karşılıklı iletişim kurun. Üç yaşından sonra da tam gün kreşe verin dememizin nedenlerinden biri de bu. Çünkü teknolojiden uzak durma ihtimalimiz ve imkanımız yok artık. Teknoloji bizim hayatımızın bir parçası.

Peki ya diğer nedenler?

Diğer bir neden de tanı koyabilecek bilirkişi sayısının artması. Eskiden sayımız çok azdı. Benim asistanlık zamanımda tam sayıyı hatırlayamıyorum ama sanırım 350-450 çocuk psikiyatristi vardı. Şimdi sayı binlere ulaştı. Dolayısıyla tanı koyabilen hekim sayısı arttı. İkincisi sizin derneğiniz gibi derneklerin ve özel eğitim merkezlerinin faaliyetleri otizmle ilgili farkındalığı giderek artırıyor. Eskiden birçok insan otizmi bilmiyordu. Eskiden insanlar ne olduğunu bilmez, bir tuhaflık hisseder, rahat edemedikleri için de çocuklarını dışarı çıkarmazlardı. Çocuk bütün gün evde kalırdı. Şimdi yavaş yavaş biz o çocukların bir kısmının aslında bir hekim tarafından otizm tanısı alamamış çocuklar olduğunu öğreniyoruz. O çocuk artık evden dışarı çıkıyor. Evden dışarı çıkınca birisi diyor ki, “Benim komşumun oğlu da böyle. Ona da söyleyeyim, çocuğunda otizm olabilir.” O aileyi bilgilendiriyor, aile doktora gidiyor, sosyal medya ile de ailelere ulaşılabilirlik artıyor. Bunlar da otizm tanısını koyabiliyor olmamızın ve tanı alan çocukların artmasının nedenlerinden.

Otizmin tanısında ve sonrasında bir psikiyatrın rolü nedir?

Otizm deyince ilk aklımıza gelmesi gereken şey ekip çalışması. Sadece bir doktor veya sadece bir özel eğitimci ile olmaz. Bunun gerekirse konuşma terapisti, sosyal iletişim için gölge ablası/ağabeyi, sınıftaki öğretmeni ve doktoru gibi saymakla listenin uzayacağı çok ciddi bir ekip çalışması olması gerekiyor. Çünkü herkesin katkısı başka. Devir ilerledikçe herkesin uzmanlaştığı bir alan oluyor ve herkesin katkısı başka oluyor. Sadece bir kişi ile otizmin üstesinden gelmemiz mümkün değil. Çünkü dediğimiz gibi otizm çok yönlü bir sorun. O yüzden ekip çalışması ile bunu çözmek lazım.

Psikiyatrın burada görevi nedir?

Doktor bu ekip içinde bir nevi koordinatör gibi. Buraya hasta geldiği zaman doktor tanıyı koyduktan sonra diyoruz ki, dört ayda bir kontrole gelin. Çünkü özel eğitimcisi ile ne kadar yol kat edebilmiş, yapılanlar bu çocuğa yarıyor mu takip edebilmemiz gerekiyor. Nasıl ki her ağrı kesici herkese iyi gelmiyorsa, her özel eğitimci ve özel eğitim şekli de her çocuğa iyi gelmiyor olabilir. Psikiyatrı çocuğun durumunun kontrolörü gibi düşünebiliriz. Özel eğitimcisinden ayrı, gölge ablasından ayrı, sınıf öğretmeninden ayrı bir rapor istiyoruz. Masanın üstüne bütün raporları dizip, kendi muayenemizle dört ay önceki haline baktığımızda bu çocukta beklediğimiz ilerleme oluyor mu yoksa bu paralar ve zaman boşa mı harcanıyor ona bakıyoruz. İlerleyen yönler için “Teşekkür ederiz, aynen devam,” deriz ama eksiklikler gördüğümüzde o özel eğitimci ile iletişime geçip “Şu alanlarda lütfen biraz daha çalışın,” gibi geri bildirimlerde bulunuruz. Tabi aynı uyarıları ebeveyne de yaparız. “Çocuğunuzla evde daha fazla oyun oynamalısınız’’ gibi.

Bir de ilaç kullanımı meselesi var. Ailelerin bu konuda kafası çok karışık. Onlara bu konuda ne söylemek istersiniz?

Öncelikle, eğer birisi size gelip derse ki “Şu ilaç otizme iyi geliyor.” kesinlikle inanmayın derim. Fiyatı ne olursa olsun. Çünkü aileler bazen bütçelerini çok çok zorlayıp yurt dışından bitkisel diyerek değişik haplar getirtiyorlar. Ama en azından kanıta dayalı otizmi tedavi eden hiçbir ilaç olmadığının şu anda biz hekimler arkasında duruyoruz. Ama biz şunu biliyoruz ki, komorbidite diye bir şey var.

Komorbidite ne demek?

Eş hastalanım demek. Şöyle örnekleyebilirim; bende hem tansiyon hem de şeker hastalığı olabilir. Otizm tanısı olanlarda nöronların gelişiminde sorun olduğu için otizm gördüğümüz çocuklarda eşlik eden başka sorunları da görme olasılığımız yüksek. Mesela bu çocukların odaklanmayla ilgili sorunları, ciddi takıntıları, öfke kontrol sorunları olabiliyor. İlaç burada işin içine giriyor. Eğer biz otizmi olan bir çocuğa ilaç veriyorsak aileler şunu bilmeli ki biz otizmi tedavi etmek için ilaç vermiyoruz. Bizim verdiğimiz ilaçlar, var olan ek hastalıkları, ek sorunları azaltmak ya da çözmek için veriliyor. Böylece otizm ile ilgili yapılan tedavilerde, mesela özel eğitimcisinin yaptığı çalışmalarda verilen bilgileri çocuk daha kolay ve daha çabuk kapabiliyor.

Çünkü dikkati dağınıksa özel eğitimde derslerini iyi dinleyemeyecek. Öfke kontrol sorunu varsa ya da bir takıntı varsa oradaki özel eğitimde maddi, manevi ve zaman kaybına neden olabilir. Amaç burada ek sorunlarını çözerek ya da hafifleterek çocuğun özel eğitimden daha fazla fayda sağlamasını sağlamak.

Peki, gıda takviyesi adı altından satılan haplarla ilgili ne düşünüyorsunuz? Bitkisel olduğu için zararsız olacaklarını düşünmek doğru mu?

Bir danışanımdan örnek vermek isterim. Çocuğunda otizmlilerde sık rastladığımız stereotipik hareket dediğimiz bazı sallanma ve zıplama davranışlar vardı. Bu, çocuğun özel eğitimini de yavaşlatıyor, engel oluyordu. Almanya’dan bitkisel ilaç adı altında bir şey getirmişlerdi. Gönülleri çok da rahattı. Diyorlardı ki “Mantardan üretildiği için çok memnunuz. İçinde kimyasal bir şey yok.” Bana, “Doktor hanım biz bunu getirtmekte zorlanıyoruz. Bunun muadili varsa bize onu yazın. İlacımızdan çok memnunuz,” diyerek geldiler. Ben ilacın ne olduğunu bilemediğim için araştırdım. Almanya’da yaşayan meslektaşlarıma ve grubumuza yazdım. Sonradan internette araştırdıklarım ve meslektaşlarımdan edindiğim bilgilerle şu sonuçlara vardım. Evet bu ilaç çocuğun tik ve stereotipik davranışlarına iyi geliyor ama bu mantar zehirli bir mantar ve beyni felç ediyor. Çocuğun beyninin bazı bölgeleri felç olduğu için artık hareket edemiyor ve özel eğitimde de tabi robot gibi oturup dinliyor. Aile de artık zıplamıyor, koşmuyor değişik hareketler yapmıyor diye çok memnun. Bununla ilgili ölümle sonuçlanan pek çok vaka okudum literatürde. Yani her bitkisel görünen şey iyi gelmiyor, iyi geliyormuş gibi gözükse bile.

Aktarlarda satılan tamamen bitkisel olduğunu gördüğümüz karışımların zararlı olma ihtimali var mı?

Elbette var. En basit olarak diyetisyenlerle ilgili şöyle bir örnek vereyim. Her gün televizyonlarda üç litre su için diyorlar değil mi? Biz içtiğimiz o suyu beş litreye çıkarırsak böbrek yetmezliğine girebiliriz. Bize en faydalı olabilecek suyun bile fazlası zararlı. Dolayısıyla bu bitkisel olan karışımlar aktarlarda kimyasal deneyleri olmadığı ve göz kararı yapıldığı için hangi dozu bizim için zehirli olacak bilemiyoruz.  Bu yüzden de kanıta dayalı olmayan, bilimsel olarak araştırılmamış şeyleri kullanmamak lazım. Örneğin sigara da bitkisel, esrar da bitkisel. Her bitkisel olan şeyin zararsız ya da faydalı olduğunu söyleyemeyiz. Bitki de olsa bu alanda uzman bir hekim tarafından doz ayarı yapılmadığı sürece ben hiçbir zaman arkasında durup güvence veremiyorum açıkçası.

Konuşmamız otizm üzerinden ilerliyor ama bir parantez açıp dikkat eksikliği ve hiperaktivite ile ilgili çocuklara yazılan ilaçlara gelmek istiyorum. Aileler bu konuda çok tereddütlü. Bu amaçla geliştirilmiş ilaçların da çocukları nasıl etkilediğinden biraz bahsedebilir misiniz?

Aslında dikkat eksikliği ve hiperaktivite bir açıdan konumuz ile de alakalı. Bunlar otizmi olan çocuklarda da sık görülüyor. Özellikle de eski tanımla “asperger sendromu”nda çok ciddi bir oranda dikkat eksikliği ve hiperaktivite olabiliyor. Ayrıca pek çok otizm tanısı alan çocuğa da dikkat eksikliği ilacı yazmamız gerekebiliyor.

Bu ilaçların etkisini hepimizin anlayabileceği şekilde nasıl ifade edebilirsiniz?

Stimülan denilen ilaçların etkisini şöyle açıklayabilirim. Beynimizde değişik kapılar olduğunu farz edelim. Gerçek kapılar

değil elbette. Biz buna tıp dilinde reseptör diyoruz. Bu ilaçlar tıbbi olarak dopamin ve norepinefrinin geri emilimini bir süreliğine bu reseptörlere bağlanarak durduruyorlar. Bizim mizansenimize göre ise o kapıların açılmasını sağlıyor. Her biri ilacına göre 4-12 saat arası etki edebiliyor. Anlaşılması için şöyle diyebiliriz, biri dört saat o kapıyı açık tutabiliyor, diğeri 8 saat bir diğer ilaç ise 10-12 saat. Yani aslında gidip o reseptörlere bağlanıyorlar. Vücudumuzda var olan dikkat merkezinin kapısı çok iyi açılmıyorsa eğer, içeriye yeterince dopamin giremiyor. Az girince de çocuğun dikkati az toparlanabiliyor. İlaçların işlevi o kapıyı belli bir süre daha fazla açmaları. Açık kapıdan daha fazla dopamin giriyor. Yani vücuda dopamin vermiyoruz ama daha fazla dopaminin o kapıdan girmesini sağlıyoruz.

Ailelerin yan etkiler ve bağımlılık ile ilgili korkuları var bu noktada.

Bağımlılıkla ilgili hemen şunu söyleyebilirim. Kapı örneğin dört saat açık kalıyor ya, dört saat sonra vücuttan tamamen atılıyor. Eğer bağımlılık yapıyor olsa, bağımlılığın belirtileri çok nettir. Ellerde titreme, terleme, öfke, “İlacım nerede benim?” diye arama… Biz bunların hiçbirini bu çocuklarda görmüyoruz.

Aileler şunu söylüyor: “Bir yıl kullanıyor, vücudu buna bağımlı olacak.” Halbuki bir yıl kullansanız da ilacın etkisi, süresi geçtiğinde vücuttan tamamen atmış oluyorsunuz.  Dezavantajı ya da yan etkileriyle ilgili şu söylenebilir… Dikkat için olduğu gibi uyku ve iştah için de başka kapılar var. İlaç dikkat merkezine etki etmekle birlikte diğer kapıları çok seçemediği ve henüz teknoloji o kadar özel ilaçlar geliştiremediğinden, uyku ve iştah merkezine de bağlanıyor bu ilaçlar. Dolayısıyla o sekiz saat boyunca çocuk tok hissedebilir kendini. Pek çok ailenin ortak şikayeti ilacı içtikten sonra o sekiz saat boyunca çocuğun iştahının kapanması. Biz de “Çok doğru, bu ilacın yan etkisi olabiliyor” diyoruz. İlacın etkisi geçtikten sonra, o sekiz saatten sonra iştah yeniden açılıyor. Veya diyorlar ki ilacı içtikten sonra o sekiz saat boyunca çocuğumun uykusu kaçıyor. Zaten bu ilaçları sakın gece vermeyin, gündüz özel eğitime giderken ya da sınıfa girerken verin. Derste uyuklamasını istemiyoruz, bu bir yan etki ama bizim işimize yarayan bir yan etki diyoruz.

Vücuttan atıldığını söylediniz… Bu ilaçların iyileştirme gibi bir fonksiyonu yok mu?

Kesinlikle kalıcı bir tedavi etme fonksiyonu yok. Hiçbir dikkat eksikliği ya da hiperaktivite ilacı tedavi etmez. Sadece günü kurtarır.

Peki, tedavisi var mı?

Hayır. Sizin sorduğunuz anlamda yok. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite demek çocuğun beyninin frontal korteksi diğer akranlarına göre biraz daha geç ve yavaş gelişecek ya da genetik ve çevresel koşullarına göre tam gelişmeyecek demek. Bizim tedaviden beklediğimiz, ikincil sorunların önüne geçmek. Bu çocuklar öğretmen tarafından sürekli azarlandığı ya da arkadaşları tarafından dışlandığı için ilişkileri yıpranıyor. İlişkiler yıpranınca ikincil sorunlar ortaya çıkıyor. “Ben neden böyle bir çocuğum? Neden kendimi toparlayamıyorum?” diye düşünmeye başlıyorlar. Depresif olabiliyor ya da sorunlu çocuklarla arkadaşlık kurup onlarla birbirini gaza getirip “Hadi gel şunu deneyelim, bir kere sigara içmekten bir şey olmaz, dur şuna çelme takalım…” gibi, çözülmeyince davranış bozukluğuna yol açan sonuçlarla karşılaşılabiliyor. Biz bunun önüne geçmek için dikkat eksikliği ve hiperaktiviteyi tedavi ederiz. Çocuk en azından okul saati boyunca ilacını kullandığı zaman dışlanmasın diye. Stigmatizasyon dediğimiz, adının çıkıp damgalanmasının önüne geçtiğimiz için iyi sosyal ilişkiler kurup kişiliği ve karakteri sağlıklı gelişiyor ve çocuk da iyi bir birey olmuş oluyor. Yaş ilerledikçe de frontal korteks kendiliğinden gelişiyor.

Tekrar otizme dönecek olursak, sizin gözlemlerinizle Tekirdağ’da otizmin bilinirliği ne durumda? Burada farkındalığı arttırmak için sizce neler yapılabilir?

Otizm bilinirliği giderek artıyor aslında. Ama yine de ne öğretmenler ne de okuldaki diğer çocuklar özel çocuklara nasıl davranacağını biliyor. Başta öğretmenler bilgilendirilirse, onlar akranlarını ve öğrencilerini de bilgilendirirler. Öğretmenlerin hepsini katmasak bile otizmi bilmeyen öğretmenler olduğu için başta kapıldıkları duygu korku oluyor. Çünkü bilinmeyen şeye karşı hissedilen ilk duygu korkudur. Böyle bir çocukla karşılaştıkları zaman ne yapacaklarını bilmedikleri için çocukları dışlayabiliyorlar. Fakat bu durumu Tekirdağ için sınırlamak uygun olmaz. Otizmin bilinirliği gerçekten az ama giderek de artıyor. Bazı il sağlık müdürlüklerinin bu konuda ciddi girişimleri var. Diğer branşlardan doktorları bilgilendirmek için çocuk psikiyatristleriyle toplantı düzenliyorlar. Biz gidip eğitimler veriyoruz ve hem aile hekimlerini hem de hemşireleri bilgilendiriyoruz.  Bu çok büyük bir adım bizim için.

Yeni tanı almış çocukların ailelerine neler önerirsiniz?

Her yaşa göre öneriler değişiyor. Fakat ben her yeni tanı almış çocuk için diyorum ki, üç T dediğimiz tablet, televizyon ve telefonu hayatımızdan tamamen çıkaramasak da mümkün olduğunuzca sınırlayın. Çocuğunuzun hatırı için mümkün olduğunca sosyalleşin. Ailelere, hem rol model olabilmeniz hem de çocuklarınızın sosyalleşebilmesi için mümkün olduğunca çok ortama girin diyorum. Bol bol akraba, ev ziyaretleri yapın, düğüne gidin, havalar güzel ise bir saat sabah, bir saat akşam gün battıktan sonra parka götürün. Sosyalleşmeyi orada öğrensin. Yaşı tutuyorsa mutlaka bir oyun grubu ya da kreş öneriyoruz. Her şeyden önce de özel eğitime başlamalarını öneriyorum. Ne kadar sık ve çok özel eğitim o kadar iyi.

Ne kadar özel eğitim öneriyorsunuz?

Eğer yapabiliyorsanız, uyanık olduğu her dakika derim. Çünkü beynimiz tıpkı elektriksel bir ağ gibidir. Sinaptogenesis dediğimiz bir şey var. Yani aynı elektrik uyarısı ne kadar çok aynı yere gönderilirse bir süre sonra orada bir sinaps oluyor. Araştırmalarda bu çocukların sinapslarında bir aksilik olduğu gösterilmiş. Hangi alan üzerinde çalışırsak oraya bir elektrik sinyali gönderiyoruz ve gönderdiğimiz elektrik sinyali diğer nörona iletim veriyor. Ne kadar çok o alanda çalışırsak o kadar çok bağlantı olmaya başlıyor. Dolayısıyla zorlandıkları alan konusunda çok çalışırsak o kesik olan kablonun olduğu alanlarda daha çok bağlantı kurarız. Böylece çocukların akranlarını daha çabuk yakalama şansı olur. Tabii ki, burada özel eğitimde amacımız dört dörtlük herkesle aynı beceriye sahip olması değil. Amacımız çocuğun kendi ayakları üzerinde biz yokken de durabilmesi. Maddi olanağımız el verdiği kadar zorlandığı alanlarda bir uzman desteği alarak çalışması lazım. Geri kalan zamanlarda çocuğun yakınları özel eğitimde öğrendiklerini evde kendileri uygulamalıdırlar.

Ailelerin durumu kabul etmesi ile ilgili önerileriniz neler? Bazen aileler kabullenmekte de zorluk yaşayabiliyor.

En başta dediğim gibi hepimizin başına ağır bir şey geldiğinde ilk safhamız inkardır. Yapılan araştırmalar kanıtlamış ki, o inkar safhası ne kadar uzun sürerse çocuğun iyileşmesi de o kadar gecikiyor. Çünkü aile “Doktor çocuğumu çok az gördü ve hemen tanıyı koydu,” diyerek pek çok doktora gidiyor. Farklı doktorlara gitmekte elbette bir sakınca yok. Dört beş kişiden aynı fikri alınca ondan sonra yavaş yavaş kabullenebiliyorlar. Burada tek endişemiz farklı doktorlara giderek çocuğun tedavisinin gecikmesi oluyor. Tanıyı koyan kişi olarak bizim üzerimize düşen, mümkün olduğu kadar ailenin ince, naif, evlat sevgisi halini unutmadan ve evlatları ile ilgili durumu çok sert bir şekilde dillendirmeden ifade etmek. Ben mesela önce DSM-4 tanısı ile başlıyorum.

Bir grafiğim var, onu gösteriyorum. “Bakın yaygın gelişimsel bozukluklar,” diyorum. “Siz konuşma gecikmesini, bunu bunu söylediniz değil mi?” diye soruyorum. Hepsini tek tek sayıyorum. Evet diyorlar. “O zaman tanıyı ben koymadım, siz bunları anlattınız bunlar da yaygın gelişimsel bozukluk tanısı,” diyorum. “Eskiden YGB deniyordu ama şimdi artık otizm deniyor buna. Sakın otizm dediğimiz zaman korkmayın. Otizmin hafifi var, ağırı var, progresifi var, regresifi var…” Ailelerin birçoğu zaten şüphelenerek geliyor buraya. Bir anda çocuğunuzda otizm var dediğiz zaman aile de doğal olarak çok inciniyor, yıpranıyor. O durumla baş edebilme gücünü kendinde bulamıyor. O yüzden ben bu haberi alıştıra alıştıra vermeyi tercih ediyorum. Ama ailelerin şunu bilmesi lazım. Önemli olan tanı değil.  Tanının hiçbir önemi yok. Burada önemli olan var olan sorunun çözülmesi. Bizim derdimiz; bu çocuğun sosyal iletişiminin artmasını mı, takıntılarının azalmasını mı, konuşmasının artmasını mı istiyoruz ona yönelik ne yapacaksak yapmak. Biz sorunların çözümü ile uğraşalım diyoruz. Bunlar da zaten çoğu zaman özel eğitimden geçiyor.

Floortime ve duyu bütünleme gibi yöntemlerin otizmde faydalı olduğunu biliyoruz. Peki, bunlar özel eğitimin yerine konulabilir mi?

Floortime ya da duyu bütünleme gibi şeyler otizmin temel semptomlarını çözmüyor. Ben hekimim ve sadece kanıta dayılı konuşabilirim. Yapılan çalışmalar gereği konuşuyorum. Evet, iyi geldiği şeyler var. Duyu bütünleme duyarlılığı fazla ya da az olanlara veya denge ve koordinasyonla ilgili sorunlara iyi geliyor. İyi gelince doğal olarak aile çocuğumuzun otizmi iyileşiyor diye düşünülebiliyor. Ama yapılan hiçbir araştırma duyu bütünlemenin ya da floortime gibi yaklaşımların tek başına otizmin temel bulguları olan iletişimi, göz kontağını ya da kelime dağarcığını arttırmayı toparlamadığını gösteriyor. Ama bu nörogelişimsel bir sorun dedik ya, nöron gelişimi esnasında tabii ki nöronlarda temel başka sorunlar da oluyor. Bu çocukların denge koordinasyon sorunları veya dokunma ile ilgili hassasiyetleri varsa onlara iyi geliyor. Bizim burada sıkıntımız, sorunları karıştırıyor olmamız. Bu çocuk derdini anlatamadığı için, dişi bile ağrısa huysuzlandığı zaman zannediliyor ki bu çocuk otizmden dolayı huysuzlanıyor. Öfke kontrol sorunu var. Halbuki çocuğun dişi ağrıyor, karnı ağrıyor, derdini anlatamıyor. Bir ağrı kesici belki iyi gelecek o anda. Bu sefer aile diyecek ki doktor bir ilaç verdi otizmimize iyi geldi. Halbuki diş ağrısını kesecek bir ağrı kesici vermiş oluyor doktor. Neyi niçin yaptığımızı bilmek ve bilinçli adım atmak bizim için çok önemli. O yüzden biz floortime, occupational terapi, duyu terapisi öneriyoruz ama bilin ki bu durum otizmi tedavi etmeyecek de diyoruz. Bu durum başka duyusal sorunlarınıza iyi gelecek diye belirtiyoruz. Özel eğitime yeterince yoğun bir şekilde gidiyorum, daha da ne yapabilirim derse bir veli, benim çocuğum örneğin dokunmayı sarılmayı sevmiyor derse, o zaman bu yaklaşımları öneriyoruz.

Röportaj: Rana Zeynep Çömlekçi