ÖĞRETMENLERİN BIRAKTIKLARI İZLER…

Sınıfta Kemal öğretmen varsa “farklı” çocuk yoktu, anlamazdık. “Fakir” çocuk yoktu, anlamazdık. “Bitli” çocuk yoktu, anlamazdık. Kimsenin eksiğini, fazlasını bize hiç hissettirmemişti.  Yola nasıl çıktığınız değil, nasıl devam ettiğiniz önemlidir. Ben biraz zor çıktım bu yola. Çünkü doğduğunuz şehir, doğduğunuz ortam, okuduğunuz okul, karşınıza çıkan öğretmen ve arkadaşlar oluşturur hayata olan bakış açınızı.

Ben bir mahalle okulunda, beni seven bir ilkokul öğretmeniyle çıkmıştım yola. Çıktığım zor yolu kolaylaştıracağını, kolay olmadığında ise çabalamayı öğreteceğini bilmeden. İşte o öğretmen, bir gün resim dersinde çizdiğim resme bakıp:

“Gel bakalım cam kenarına” dedi. Resmime baktım, bir ev çizmişim, üstünde bacası, pencereleri, içinde sobası ve hatta tavanda yanan lambasına kadar.

“Bak bakalım tam karşıdaki eve, ne gördüğünü anlat bana.” dedi. Durumu anlayamadığım için olsa gerek, sustum. Bu kez o sormaya başladı:

“Bacası var mı ?”

“Var öğretmenim.”

“Perdeleri var mı?”

“Var öğretmenim.”

“Peki kapısı?”

“O da var öğretmenim.”

“İçeride sobası var mı ?”

“Bilmiyorum öğretmenim.”

“Şimdi git ne gördüysen onları çiz bakalım” dedi.

Resim öğretmeni değildi ama şahane bir ilkokul öğretmeniydi çünkü. “Bu ne biçim resim…” demedi, “içeride sobasını nerden gördün de çizdin?” demedi, “tavandaki lamba dışarıdan görünmez!” demedi. Ama çok güzel öğretti neyi çizip neyi çizmemem gerektiğini. Sonra bir gün okula gelmedi, hepimizi başka sınıflara dağıttılar. Kalp krizi geçirmişti ve bunun üzerine emekli olma kararı almıştı.

İlkokul 3. sınıftaydım ve o günden sonra hiç parmak kaldırmadım sınıfta. Çünkü gittiğim sınıftaki öğretmenim asla Kemal öğretmenim gibi olmadı. O olsaydı, kim bilir daha ne güzel şeyler katacaktım ruhuma, yarım kaldı.

Ben literatüre göre normal gelişim gösteren bir öğrenci olmama rağmen öğretmeninden ayrılınca ruhu yaralı kalmıştım. Öğretmenim kalp krizi geçirdiği için beni bırakmak zorunda kalmıştı. “Beni” diyorum, çünkü herkes bilir ki ilkokul çocukları her şeyi böyle kişisel kabul ederler. Öğretmeni en çok onu sevsin, derste hep ona söz versin, onun gözünün içine baksın ister.

34 yaşındayım, Kemal öğretmenim hala yaşıyor. Aynı şehirde yaşadığımız süre boyunca her öğretmenler gününde ellerimde çiçeklerle kapısındaydım. Ne fark ettim biliyor musunuz? O sınıfta Kemal öğretmen varsa “farklı” çocuk yoktu, anlamazdık. “Fakir” çocuk yoktu, anlamazdık. “Bitli” çocuk yoktu, anlamazdık. Kimsenin eksiğini, fazlasını bize hiç hissettirmemişti.

Peki, şimdi ne yapıyoruz? Etiketliyoruz. “O otizmli”, biliyoruz. “O hiperaktif”, biliyoruz. “O disleksi”, biliyoruz. “O down sendromlu”  biliyoruz. Herkesin neyi eksik, neyi fazla her şeyi biliyoruz. İyi halt ediyoruz.

Benim etiketlenen çocuklardan biri olan kızım da bu sene 1. sınıfa düştü. Ama ay olarak henüz 78 ayını doldurmadığı için erteleme hakkımızı kullandık ve anaokuluna devam ediyor. Erteleme dilekçesi vermeye gittiğimde okul müdürü:

“Erteleme gerekçeniz nedir hocam?” diye sorunca, durumu bilmediğini fark ettim. Elindeki listede sadece “İnci Su GÜLER” yazıyordu. Etiketsiz! Ne güzeldi. Her çocuğunki gibi sadece sıralanmıştı bir kağıda. Keşke hep böyle olsaydı dedim. Ona okul ararken duyduklarım geldi aklıma, üzüldüm bir kez daha. İz bırakan şahane ilkokul öğretmenimden sonra, bütün öğretmenlerim aynı sanmıştım. Emekliliği gelmiş ama eğitim aşkı devam eden bir başka öğretmenim anaokulu açmıştı. Biraz tedirgin, biraz umutlu kapısına gitmiş, İnci’yi anlatmıştım. Daha ben onu yazdırmak istediğimi söyleyemeden:

“Bizde özel eğitimci yok, o yüzden almıyoruz” diyerek lafı ağzıma tıkmıştı. Ruhumu ters yüz etmişti o cümle ve konuşmayı orada keserek çıkmıştım okuldan. Kemal öğretmenim olsaydı böyle mi derdi, dedim. Demezdi. Her ikisi de benim hayatımın bir köşesinden geçmiş ve beni eğitmişlerdi oysaki. Ama ne güzel ki, en çok Kemal öğretmenimi örnek almışım. Etiketleri sevmemiş, farkları görmemiş, ruhları sevmişim. Sevmişim ki, bu minik kız da bana evlat olarak verilmiş. Dilerim bu yıl bütün kuzular Kemal öğretmenlerle karşılaşırlar. Hepsinin ruhları çok sevilir ve etiketleri silinir.

Öğretmenlerin bıraktıkları izler asla geçip gitmiyor. Birinin bıraktığı yarayı taşıyorum yüreğimde, diğerinin de öğrettiklerini aklımın bir köşesinde. Bir eğitimci olarak ikisinin farkını anlatmak istiyorum size. Açılan yara hep daha büyük olur ve size öğretilen güzelliklerle birlikte bambaşka bir şeye evrilir. Bunca zamandır başkalarının çocuklarına güzellikler öğretmeye çalışırsınız ama sizin çocuğunuzu buna layık görmezler. İşte o zaman düşünmeye başladım. İnci bir şekilde büyüyor, okula gidiyor ama sonra ne olacaktı? Çalışma hayatı olmayan bir çocuk olarak evde mutsuz mu kalacaktı? Yoksa Kemal öğretmen gibi birileri çıkıp onu işe yarar birey haline getirip mutlu mu edecekti.

Hayat bana bunu düşündürerek geçmemeliydi. En iyi çözümü başkalarında aramak yerine kendimde aradım ve tekrar üniversite sınavına girdim. İnci büyüdüğünde yanımda işe götürebileyim, o da çalışan bir birey olsun ve mutlu olalım diyerek. Şimdi 34 yaşında yeniden öğrenci oldum ve 4 sene sonra kızım bir diyetisyenin asistanı olarak hayatına devam edecek 🙂

Gücüm daha fazlasına yetse keşke de tüm eğitimcileri birer Kemal öğretmen yapabilsem. Aileler de çocuklar da çok mutlu olsa. Ama son 5 günde okula alınmayan 8 çocuk ve “Ne yapacağım ben?” diye ağlayan 8 anne ile konuştum. Yasal haklarını anlattım, bazılarının dilekçelerini yazıp gönderdim. Ama inanın bu uğraşı çocuklarımız için vermekten çok yorulduk. Her eğitim öğretim yılında sanki azalarak değil de çoğalarak devam ediyor bu okula alınmama durumu.

Dilemekle olmuyor biliyorum ama tüm yasal hak savaşını verdikten sonra geriye sadece bu kalıyor. Bu eğitim öğretim yılında etiketlerin silindiği, farkların değil güzelliklerin görülebildiği, her çocuğun sadece “ çocuk” olarak kabul edildiği güzel bir dönem diliyorum.