“Dünyayı boşluğa resim çizenler değiştirir”

Başarılı, doğal, dobra… Müziğin usta ismi  Soner Olgun’la ses getiren albümünü, hayata bakışını konuştuk.

Önce biraz geçmişe dönelim… Nasıl bir öğrenciydiniz?
Bir insanın ileriki yaşamı çocukluğundaki, öğrencilik yıllarındaki yaşadıklarıyla, oradan kalan izlerle olumlu ya da olumsuz çok etkileniyor. Ben Fethiye’de doğdum. Doğduğum yıllarda şimdiki gibi çok ünlü bir yer değildi ama yine çok güzeldi hatta daha güzeldi. 11 yaşıma kadar bütün Fethiyeli çocuklar gibi Atatürk İlkokulu’nda okudum. Başka ilkokul yoktu zaten merkezde. Sonra öğretmenim tarafından adını bilmediğim bir takım sınavlara sokuldum. O katıldığım sınavın ne olduğunu sadece ben ve ailem değil, bütün Fethiye olarak ilerleyen aylarda öğrendik, kolej sınavına katılmışım ben. İlk defa iki aşamalı yapılıyormuş ve ben kazanmışım. İkinci sınav ise İzmir’de bizzat okulda yapılacaktı. Şimdiki çocuklar için Disneyland neyi ifade ediyorsa İzmir’in fuarı ve lunaparkı Fethiye’den o güne kadar hiç çıkmamış bir çocuk için oydu. İzmir’e sınava gitmek bir bayram havasıydı benim için. Okula ilk gittiğimde en çok ilgimi çekenlerden biri içinde kum dolu olan pist olmuştu. Babamla inceledik, neden o kumun oraya konduğunu anlayamadık. Sonra öğrendim ki o kum havuzuymuş ve orada uzun atlama yapılıyormuş. Okulu kazanıp yatılı gittiğimde yıllarca üst üste uzun atlamada Türkiye şampiyonu oldum. İzmir Bornova Anadolu Lisesi, o zamanki adı İzmir Maarif Koleji’ydi ve orayı kazanmışım. Daha ne olduğunu bile bilmiyordum ama gerçekten çok önemli bir yere gitmişim. Çok aydın, müthiş öğretmenlerin eline düştüm ve olağanüstü arkadaşlarım oldu.

Yatılı okumak kişiliğinize nasıl etki etti?
11-12 yaşında yatılı olmak çok zor bir şeydi. İzmir’le Fethiye’nin arası otobüsle 16 saatti ve ben yılda bir kez sömestr tatilinde, bir kez de yaz tatilinde ailemle görüşebiliyordum. Sürekli yatılı olmak ilk yıl bana çok ağır geldi. Sahtekar bir şekilde ilk arabesk çalışmalarımı da orada yaptım. Yazdığım mektuplara gözyaşlarımı damlatıp dolmakalemi dağıtıp, “bunlar benim gözyaşlarımla dağılan satırlardır” falan diye anneme, babama az zulmetmemiştim. Sonra geçti, atlattık o sendromu. Şimdi düşününce o aile yoksunluğu hissini atlatabildikçe biz bilmeden çok kuvvetlenmişiz, dayanışmayı öğrenmişiz.

Liseden sonra hukuk fakültesine gitmişsiniz… Bilinçli ve istekli bir tercih miydi?
Tek tercih. 1044’tü kodu, 1044 yazdım. İki tane çok önemli hukuk vardı o zaman şimdiki gibi 500 üniversite yoktu. Ben Ankara Hukuk’u yazdım. Babam dava vekiliydi biraz onun etkisiyle biraz da televizyonda o dönemde yayınlanan “Petrocelli” dizisinin etkisiyle. Petrocelli çok iyi bir avukattı, çok da güzel bir sekreteri vardı. Ben Petrocelli’den ziyade sekreterinden etkilendiğimi düşünüyorum. Hastasıydık, Donna Smith’in. Fakat ben tabii mevzunun içine girince Türkiye’de mahkemelerde öyle jüriler olmadığını, küçücük odada, dosyaların arkasında hakimleri falan görünce diplomayı almadan caydım. “Benim bu mesleği yapma ihtimalim yok, hiç bana uymuyor” diyerek tekrar sınava girdim ve Güzel Sanatlar bölümünü kazandım, Dramatik Yazarlık bölümüne girdim. Ailemi depresyona soktum, o ne diye anneme anlatamadım. Çünkü mesleğin esas adı Dramaturji. Bunu anneme anlatamadan kadın vefat etti zaten. “Neydi senin okuduğun okul” diye diye gitti kadın. Bütün bunları yaparken de bir yandan gazeteciliğe başlamıştım.

Müzik çalışmalarınız ne zaman başladı?
Hep yazmaya meraklı, hep müzikle ilgili oldum. Müzik hep vardı. Çocukluğumdan beri vardı ama ilk çalgım gitar oldu. Şimdi düşününce Amerikan eğitimi yapan bir kolejde elinize bağlama alamıyorsunuz. İşte burada kültürel eziklik başlıyor. İlk çalgım gitar oldu ama 2-3 yıl içinde o taşralılık kompleksini hallettiğim andan itibaren aldım bağlamayı götürdüm okula. Bir yıl sonra da çok sesli Türk Halk Müziği korosu kurduk. 160 kişinin katıldığı müthiş bir koroydu. Büyük ustalar, şairler, ozanlarla tanıştıkça onları dinlemeye başladım. Onların şiirlerini bestelemeye başladım.

Üniversite yıllarında da müzik ve sahne var mıydı?
Müzik daha ziyade dostlar meclisinde “çalalım, söyleyelim” kısmındaydı… Oranın doğal elemanı olarak görevimi yapıyordum. Otururduk, çalardık, söylerdik. Hiçbir profesyonel girişimim olmadı, öyle bir merakım olamazdı da… Kolejin ne olduğu Fethiye ahalisi olarak öğrendik, ben bir de konservatuar kelimesini sarf etseydim Fethiye’de ciddi sosyal psikoza yol açardım. Size şaka gelmesin. Rahmetli anneme konservatuarı anlatabilme ihtimalim yoktu. Ya ormancı olacaksın, ya öğretmen, ya doktor ya da avukat… Meslekler belliydi ama ben çok mutluyum çünkü Turgut Özakman’ın öğrencisi olarak tiyatro bölümünü bitirdim. Çok iyi hocalarım oldu. Çok değerli hocaların öğrencisi oldum. Profesyonel olarak hiçbir yararını görmedim o ayrı çünkü ben profesyonel olarak gazeteciliğe devam ettim.

Gazeteciliği ne kadar yaptınız?
Muhabirlikle başladım, 13. yılın sonunda genel yayın yönetmeniydim. Toplam 13 yıl gazetecilik yaptım.

Bir yerde “32 meslek yaptım” açıklamanızı okumuştum. Bunun sebebi çok yönlü kişiliğiniz mi, deneme yanılma mı?
A, ruh hastalığı olabilir onu psikiyatrlara sormak lazım! B, çok meraklı olmamla ilgili olabilir. C, bu şık bana daha yakın geliyor, ne yapacağını bilemek, bulamamak… Ne yapacağını bulamamak Türkiye’deki çok önemli bir rahatsızlık, eğitim sisteminin problemi bence. Benden avukat yapmaya niye çalıştınız, bütün ailem ve etrafım dahil! Ben kendini sanatla ifade etmeye çalışmaya aslında çocukluğumdan başlamışım. Niye oralara gitmedim, niye aklıma getirilmedi? Toplumsal bir yönlendirmenin sonucunda ben o istemediğim alanlara yöneldim. Aslında ben tiyatro yapmak isterdim, onun için tiyatro okudum ama tiyatro yapamayacağımı öğrendiğim için müzik yapmaya karar verdim. Müzik için bir tiyatro kurmak gibi sermayeler gerekmiyor. Çalgılarını alıyorsun, bestelerini, şarkılarını, repertuarını alıyorsun, gerekirse tek başına çalıyorsun, söylüyorsun. Öteki çok fazla zorluktu, denedim, yazdığım oyunları tiyatrolara götürdüm ama “bunun oyuncu kadrosunu azalt” gibi şeyler çok ağırıma gitti. Aslında haklıydılar, haksız olan bendim ama o zaman cahildim. Özel tiyatroya oyun götürdüm, 35 kişilik kadro! Adam haklı aslında şimdi düşünüyorum, yüzde yüz haklı. Sonuçta müziğe başlangıcım “bu işin sonu kötü” diyerek gazetecilikten uzaklaşmamla oldu. Önce bir takım teklifler gelmeye başladı. O günkü kafamla Nükhet Duru’yu seçtim ve Nükhet Duru’nun genel danışmanı oldum, Aniden bestecisi, editörü, menajeri gibi işlerle çok parlak bir dönem geçirdik iki yıla yakın. Benim yaptığım şarkılar birden bire meşhur oldu. Evden çıkıyorum her yerde “Mahmure” çalıyor! Çok şaşkınlık verici bir şey. Herkesin başına gelmesini dilerim çok mutluluk veriyor. Arabadan o çıkıyor, televizyondan o çıkıyor. Sonra yollarımızı ayırdık müzikal olarak anlaşamadığımız için… Ezginin Günlüğü topluluğunun kurucularından Emin İgus’un sahibi olduğu ve müdavimi olduğum bir bar vardı, müşteri olarak oraya gidip geliyordum. Arkam dönük söylerken programın son bir saati millet susuyormuş sadece beni dinliyormuş. Emin İgus dedi ki “Geliyorsun burada hesap ödüyorsun, gel şunu şurada söyle, hem hesap ödeme hem biz sana harçlık verelim” İlk aldığım profesyonel teklifti, öyle başladım ben. Diğer bazı işlerime de devam ederek orada çalıştım.

O günden bu güne neler değişti?
Her şey değişti. Değişim şart… Değişerek ve gelişerek şimdi çok şükür Türkiye’nin en iyi isimleriyle çalışıyorum. Şarkı söyleme tekniğimi de değiştirdim, geliştirdim, çok çalıştım hala çalışıyorum. Çok basit, kitap okuyorsanız her kitap adamı değiştirir ve ben hala kitap okuyorum. Her okuduğunuz kitabın sonunda biraz değişirsiniz. O değişimin yönünü belirleyecek olan da sizin dünyaya bakışınız, hayatı nasıl algıladığınızdır. Onun için her şey değişti ama istikrar hep oldu. Ben 16 yıldır aynı kadınlayım. Bunu gururla ve zevkle söylüyorum. Bu çok önemli bir şey. Daldan dala atlamaya çok uygun bir mesleğim ve çevrem var ama hiç öyle bir şey olmadı. Bu sırf işle ilgili değil, dostlarımla ilişkim için de geçerli. İstikrar emek gerektirir, disiplin gerektirir, irade gerektirir. Mesleki açıdan daha önce sıfır istikrardı. Aklınıza gelmeyecek birçok iş yaptım ama bu arayışla ilgiliydi sonra bir şeye karar verdim ve dedim ki, ben kendimi sanatsal bir dille ifade ederek mutlu olabilirim. Şimdi dünyanın en mutlu insanlarından biriyim. Niye? Saz çalmayı severim, şarkı söylemeyi severim ve insanlar bunun için bana para veriyor! Ben de bunun daha iyisini yapmalıyım, daha güzel olmalı.

Albüm çalışmanız çok ses getirdi. Sırada yeni planlar var mı?
Bu albüm benim gururum oldu. Çünkü üstünde “Türküler” yazan bir albüm müzik listelerinde Tarkan çıkıncaya kadar bir numaraydı. Üstünde türkü yazan bir albüm itunes listelerinde sürekli önlerde, ilk onlardaydı. Bu çok gurur verici.

Gençlerin ilgisi nasıldı albüme?
Bu itunes’ta, sosyal medyada yürüyorsa sevmişlerdir. Benim kuşağım adını bile telaffuz edemez, demek bunlar gençlerdir diyebilirim. Benim müziğim biraz meraklısı olan butik otel gibi. Çok şükür hiçbir zaman oteli büyüteyim, yanına bir bina yapayım gibi isteklerim olmadı. Zaten benim otel hep dolu. Hizmet aksamıyor, hizmet kalitesini giderek yükseltiyoruz. Bizden kongrelerin yapıldığı büyük oteller olmaz. Çünkü onunla uğraştığım zaman ben sizinle burada böyle rahat oturamam. Böyle sohbet edemem, üslubumun, havamın değişmesi lazım.

Gönüllü olarak destek verdiğiniz çalışmalar var mı?
Kolejde yatılı olduğumuz dönemde Bornova’daki engelli çocuklarla ilgili kendi çapımızda kermesler yaptık. Daha sistematik olarak son 10 yıldır donanımım arttı. Bir aile dostumuz Tomurcuk Vakfı’nda öğretmenlik yapıyor. Yöneticileri işbirliği istemiş konser düzenledik. Bir resim sergisi açtılar arkasında durmaya çalıştık, sonra Tomurcuk Vakfı’ndaki atölyelerinin adını “Soner Olgun Atölyesi” koydular, çok onore oldum. Sosyal medyada takip ettiğim, çabasına hayranlık duyduğum kişiler var. Orada bir çaba gösteriliyor ve ben elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum. Bu konu maalesef çok zor bir konu. Çocuklar tecavüze uğruyor, çocuklar öldürülüyor, kadınlar öldürülüyor, hayvan mevzusuna hiç girmeyeceğim izahı yok… Ben hepsine duyarlı bir insanım yapım gereği. Meselemiz insan olmak. Önce insan olacağız. Yaptığımız okyanusa taş atmak gibi bir şey. Çünkü toplumun bütün bunlarla ilgili algısı değişmedikten sonra kadın kıymetsiz, hayvan kıymetsiz, çocuk kıymetsiz, insan hayatı kıymetsiz, engelli mi kıymetli olacak! Bu gerçeklik içinde ütopik kalıyor. Ee ne yapacağız vaz mı geçeceğiz? Hayır, biz yine okyanusa taş atmaya devam edeceğiz.

Sizinle özdeşleşen bir sloganınız var: “İyi bayramlar”… Bir hikayesi var mı?
Benim üç albümün başında manifesto olarak yayınladığım bir şey vardır. “İyi bayramlar” diyebilmek için boşluğa resimler çizmeliyiz. Şu an sizin de, bizim de yaptığımız şey o… İnandığım bir şey var ki, onu zaten manifestoda söylemeye çalıştım. Dünyayı boşluğa resimler çizenler değiştirir. Yüz yıl sonra adamın yaptığı şeyler değer buluyorsa, zamanında adamı yargıladılarsa bunlar boşluğa resim çizen adamlar. Bunlar döneminin delileri. Dönemindekilerin “la bi git” dedikleri adamlar bunlar… O yüzden boş işlerle uğraşanlara iyi bayramlar…

Anne-babalara bir tavsiyeniz var mı?
“Çocuklarımıza iyi bir dünya bırakalım” diyoruz ya, bunun yanına bir cümle daha koymamız gerekiyor: Bu dünyaya iyi bir çocuk bırakalım. Ailelerin böyle de bir kaygısının olması gerekiyor.

 

Röportaj: Burçin Öztınaz